Her ne kadar güncel siyaset mecliste Erdoğan’ı boykot etme / etmeme tartışmasına odaklanmış olsa da; dün, bir grup Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum Kapalı Maraş’ın gındırık kapısından içeriye girdi. Yürürken, yaklaşık 5 yıl önce bir televizyon kanalının uzaktan çekim yapmasına yardımcı olduğum için göz altına alındığım yerden bir kaç kilometre uzakta, şimdi etrafta kameralarla yürüyor oluşumuzun garipliğini düşünüyordum.
Kapalı Maraş’a dair ince planların, derin ve bir o kadar da ağır ama anlamsız stratejik demeçlerin ortaya konulduğu dönemde kentin yerlileri ve kentten koparılanlar hep birlikte kentin daha önce birlikte hiç yürümediğimiz sokaklarında bir araya gelirken yaşadıkları travmaları, manipülatif oyunların deştiği yaraları bir kenara bırakarak elele verdik.
Evine uzaktan bakanlar, eşiğine kadar gidip içine girmesi yasak olanlar anıları ile gerçek arasında gidip gelirken, gerçekleşen müdahalenin ve geçen zamanın uyumsuzluğunda kendi benliğini de bulmaya çalıştı. Ancak, ötelediğimiz unsurlara dair çelişkiler de tam da bu esnada yüz üstüne çıktı… (Kapalı) Maraş meselesini sadece özel mülk meselesi olarak kavramaktan yana olan “hukuki” yaklaşımın yavanlığıydı bu.
Kent hakkı ile özel mülk hakkı arasındaki doldurulamaz boşluğu terk edilmiş bir hayalet şehirde görebileceğimizi kim bilebilirdi ki? Yürüdüğümüz yol, önünde durduğumuz okul, dönemine göre orjinal mimarisiyle kendine hayran birakan binaların sokağa düşen gölgesinde bekleşirken, daha sonra bir sanat okulu olduğunu öğreneceğim Helen sütunlarına sahip etkileyici bir yapının tam karşısında oluşturulmaya çalışılan “millet bahçesi” zamansız ulusalcı bir etnografik yarışın izleyicisi olmaya bizleri zorluyordu.
İnsan gibi yaşamanın yasaklandığı kentin en güzel köşesindeki okul, park, yol gibi kamusal olan varlıkların, herkese ait olan evrenselliğinden, etnik bir unsuru temsil etmesine dönük ulusalcı anlayışa doğru dönüşümünün örneği olan millet bahçesi düzenlemesi, kentin eski sakinlerinin özel mülklerine birkaç adım yaklaşmasına olanak sağlayan açılımla; anılarında yaşattıkları kentten kilometrelerce uzağa savruluşlarının kesiştiği zamanı temsil ettiğinin bilinciyle verdikleri bir tepkiydi bizleri bir araya getiren.
Evrenselliğin, Osmanlı-Türk milli kimlik kurgusu sınırları içinden yeniden tanımlanmaya çalışıldığı, kapısı gındırık kent Varosha’da; kentli olmanın etnisitenin ötesinde kavrayamayan bir anlayışın gerçekleştirdiği müdahalenin bölgenin mikro tarihinden kopuk, ruhsuz halini deneyimlerken; aynı gökyüzü altında yaşadığımız dostlarımızla hamasi bir dilde kaybolmadan kente ve benliğimize sahip çıkma çabasıydı aslında bir araya gelişimiz.
Ancak, gösterdiğimiz çaba, ikilemler içinde Kıbrıs sorununu anlamaya çalışan içi boşaltılmış ulusal ve uluslararası öykülerin çok dışında bir alanı temsil etmektedir.
Maraş’a dair oluşturulan üst anlatılar içinde fanatikçe taraftarlık yapan, “Maraştaki mülklere dair hak ihlallerini, Taşınmaz Mal Komisyonu marifetiyle çözeceğini ve kentin Kıbrıslıtürk iradesinde açılmasının adil olduğunu” ifade eden Türk tarafı ile; Türk uyumsuzluğundan şikayet edip, Maraş’ın Türkiye tarafından kolonize edilmesinden dolayı mağduriyetini dile getirenlerin aynı zamanda geçen onlarca yılda Maraş’a dönük tüm girişimleri elinin tersiyle iten Rum tarafının ve konuyu mülk ve varlığa indirgeyerek basit bir matematiksel al – ver pazarlığı olarak kurgulayanların, insan gibi yaşamanın yasaklandığı kentin sokaklarında insan gibi var olmak için elele tutarak irade beyanında bulunanların kaygılarını anlamasını beklemek zordur.
Kapısı gındırık hayalet kent Varosha’yı mülk ve toprak pazarlığı ötesinde görenlerin bir araya gelerek,- kent ve kentliliği, aklın özgürleşmesine dönük biçimde kavrama çabasının vücut bulduğu irade beyanıyla ele alma deneyimi, kentte derinleşecek bir barışın sağlanmasına dönük ifadesi; barış istencinin nesiller arası aktarılacak bir umut olarak gördüğümü söylemeliyim….
Dün terk edilmiş sokaklarda yürürken, Nikos Gatsos ve Stavros Xarhakos’a ait olan klasik bir rembetiko parçası “Mana mou Ellas / Annem Yunanistan” geldi. Şarkının ilk bölümünün Türkçeye çevrilmiş sözleri belki de deneyimlediğimiz distopik halin dışa vurumunu yansıtması açısından isabetli bir örnek olabilir:
“Aman, ne geri dönecek bir evim var / ne de uyuyacak bir yatağım /ne yolum var, ne de mahallem / bir 1 mayıs günü yürüyecek…”