Futbolu seven Tanıl Bora’ya ithaf edilmiştir.
Futbol eve dönmedi: İngilizlere nispet yaparcasına “detour” yapıp turnuvanın açılış maçına ev sahipliği yapan Roma’ya gitti. İngilizler ise sahte cennetlerine veda etti.
*
Belki de futbol eve dönmek istemiyor. Yarım asır boyunca İspanya, Brezilya, Fransa, Arjantin, Yunanistan, Portekiz gibi daha ideal iklimlerde aylaklık etmek yağışlı takımadaya dönmekten daha cazipti. Kim bilir…
*
İtalya’nın zaferi, beylik deyişle “futboldan fazlası”. “[Y]ozlaşmış ve mutlakiyetçi lağım çukuru” kabilinden futbol bürokrasisi karşısında bir zafer anı (Critchley, s. 23-24).
*
Oysa İngilizler kupayı kazanmaya çok yaklaşmışlardı. İngiltere futbolunun son 55 yıllını kaplamış yosundan kurtulmalarına ramak kalmıştı. Hatta Wembley’de kupayı bir kulpundan yakalamışlardı bile.
*
Sanırım bir noktadan sonra beklenti ne kadar büyükse, başarısızlık da o kadar büyük olur.
*
İngiltere takımdı. Derli toplu, Anglo-Sakson ruhlu, savaşçı bir ekip. Oysa İtalya çete. Özellikle Chiellini ve Bonucci’nin kurduğu ilişkiye bakarsanız anlarsınız. İkilinin “kuvveti ve alan zekâsını düşünün” (Critchley, s 38). Dahası, “Giorgio Chiellini gibi gaddarlığı incelikli bir savunmacının, karşı takımdaki bir hücum oyuncusunun ayağına basarak neredeyse sakatlayacak biçimde faul yaptığı ama hakem tarafından fark edilmediği sayısız ânı düşünün” (Critchley, s. 50). Dolayısıyla iki ülke arasındaki en belirgin fark bence buydu. Bir tarafta kolej takımı gibi iş gören İngilizler. Öte yanda, bir yolunu bulup aradan sıyrılan bir İtalya vardı.
*
Özellikle Insigne, Chiellini, Di Lorenzo, Chiesa gibi oyuncular Decameron hikayelerinden fırlamış karakterler gibiydiler. Sahada neredeyse Decameron hikayelerindeki kadar uyanık, çakır pençe bir İtalya vardı. Tıpkı Karl Ove Knausgaard’ın Evdeyken Deplasmanda kitabında dediği gibi: “İtalya sinik ve işbilir. İngiltere apaçık” (s. 87).
*
Kuşkusuz final maçının yıldızı Roberto Mancini’ydi. Çok etnikli ve yetenekli bir ekip kuran İngilizler karşısında Mancini, oyuna kritik dokunuşlar yaparak maçın akışını değiştirdi. İyi teknik direktörler, zaman ve zeminin ipliklerinden bir futbol dokusu örer. Öyle ya da böyle, “futbol mekânın yorumlanmasına dairdir. Zaman gibi, oyunun mekânsallığı da şekillendirilebilir” (Critchley, 38-40). Ve Mancini oyunu, zamanı ve touchline’ı – bu metni – daha iyi yorumladı. Yaşanan sakatlıklar yüzünden, Hannibal’ın ordusu gibi, sürekli eriyen bir İtalya’ya rağmen Mancini mutlu sona ulaştı. Belçika maçında sakatlanıp turnuvayı kapatan Spinazzola ve final maçında sakatlanarak oyundan çıkmak zorunda kalan Chiesa ve Insigne’yi anımsayın. Bu oyuncuların varlığı bile sahada bir baskı unsurudur.
*
Bunun aksini, Gareth Southgate için iddia etmek mümkün. Özellikle penaltı atışlarında yaptığı seçimlerle kupayı altın tepsi içinde İtalya’ya sundu. Her şeyden önce, Sancho and Saka gibi yeni yetme yıldızlara boğucu baskının yoğunluğunda penaltı attırarak her iki oyuncuyu da ateşe attı. Penaltılar insanca değildir ve alabildiğine acımasızdır. Knausgard haklı çünkü penaltı dedin mi psikoloji giriyor işin içine. Antrenman sırasında oyuncular her seferinde on penaltının dokuzunu gole çevirir. Ama burada bütün maçın bir top atışına gelip dayandığı o muazzam gerilim ve baskıdan söz ediyoruz. Felaket, çok büyük. Ya hep ya hiç, ya cennet, ya cehennem (s. 213). Nitekim, maçın hemen akabinde Rashford, Sancho ve Saka günah keçisi arayışındaki ırkçıların gadrine uğradılar.
*
İtalya bildiğimiz Azzurri’nin aksine bu turnuvada ayağında top tuttu, sürekli topla oynadı. Eskiden olduğu gibi topu rakibe bırakıp onları geride karşılamadı. Bence Mancini’nin en hayati katkısı Gök Mavililer’in topla kurdukları ilişkiyi değiştirmesiydi. Çünkü topu rakibe bırakıp Catenaccio (kapı sürgüsü) yaptığınız zaman bile sürekli baskı karşısında artık bir noktadan sonra sur çatlar. EURO 2000 finalinde tanık olduğumuz aslında buydu: Cannavaro, Nesta, Maldini gibi oyuncuların destansı savunmasına karşın İtalya’nın Fransızların gol atmasına nasıl engel olamadıklarını hatırlayın. Dolayısıyla en iyi defans, zincir çekmek değil topu rakibe bırakmamak.
*
Şunu söylemeliyim ki, İngiltere futbol takımı, ülkesinin moralini yükseltmek için zavallı muhafazakār hükümetin yaptığından daha fazlasını yaptı. Sahadaki çocuklar, Boris Johnson ve şürekâsının 15 ayda yapamadığını bir ayda yaptılar ve yağmurlu takımadayı ayağa kaldırdılar. Umulandan çok daha iyi bir iş çıkardılar.
*
İngilizler uzun zamandan beri, takım olarak penaltı çalışıyordu. Ama verilere dayalı “bilimsel” penaltı işe yaramadı. Sanırım Critchley haklı çünkü ne kadar plan yaparsanız yapın “futbol başka bir şey, hiçbir şeye benzemeyen bir şey de olabiliyor” (p. 40). Planlarınızı yapıbozuma uğratan dinamikler – hatta planın kendisi – iş başındadır. Ve maalesef İngilizler yine penaltılarda kaybeden taraf oldu. Penaltı atışlarını düşünerek Southgate’in oyundan aldığı Henderson, Walker gibi görmüş geçirmiş oyuncular, yerlerine oyuna giren Rashford, Sancho ve Saka’dan daha iyi penaltı atması muhtemel ayaklardı.
*
Ben sahadaki İngilizlerin kaybetmesine üzüldüm. Bilhassa Jordan Pickford’ın Sisyphus gibi var gücüyle mücadele edip kendini paralamasına ve son derece rabıtalı duruşuna rağmen takımının kaybetmesini engelleyememesini, kendi adıma, çok acı buldum. Tam anlamıyla kezzaplı bir acı. Bir anlığına beş penaltının ikisini kurtardığınızı ve buna rağmen kaybettiğinizi hayalinizde canlandırmayı deneyebilirsiniz. Hüzün verici bir hikâye.
*
Öte yandan, İngilizleri sevmediğimden değil de İngiltere’nin büyük bir turnuva kazanması halinde, takımada kolonyal eğilimli ada basınının en az bir nesil boyunca EURO 2020 zaferi dışında başka bir şey konuşmayacağı ihtimali beni rahatsız ediyordu. Bunun, turnuvaya katılan diğer ülkeler ve bu zafere ortak olmak istemeyen eski sömürgeler, İngiliz Uluslar Topluluğu ve yağışlı takımadanın kalanı açısından dehşetli sıkıcı olabileceğini iddia edersek abartmış sayılmayız. Bu kaygılara ilişkin alternatif bir içgörü için kaynakçada da belirttiğim The Free Press yazısını okuyabilirsiniz.
*
“Yaşasın devrim ve Azzuri!” Antonio Negri.
Kaynakça
Simon Critchley. Futbol Düşünürken Aslında Ne Düşünürüz? [What We Think About When We Think About Football?]. (O. Tecimen, Çev.), İstanbul: Metis Yayınları, 2018.
Karl Ove Knausgaard & Fredrik Ekelund. Evdeyken Deplasmanda [Hjemme-Borte]. [H. Şahin, Çev.]. İstanbul: MonoKL Yayınları, 2018.
The Free Press. “Anyone But England: Is the Media to Blame?” The Free Press, Haziran 28, 2021.