Çoğu zaman bilimi iktidar ilişkilerinden bağımsız olarak değerlendirme eğilimindeyiz. Oysa iktidar her zaman bilimle yakından ilişkili olmuştur. Bu, elbette bilimin tamamen iktidara bağlı olduğu anlamına gelmiyor. Bilimin kendine ait standartları olduğunu biliyoruz ancak bu standartların varlığı bilimi toplumun ve iktidar ilişkilerinin dışında tutmaya yeterli olmuyor. Şu bir gerçek ki, bilimsel iddialar toplum ve iktidar tarafından farklı şekillerde değerlendirilebiliyor ve bu değerlendirme biçimi de bilimi etkileyebiliyor. Bazı bilimsel çalışmalar toplum ve iktidar tarafından daha değerli ve anlamlı kılınırken bazıları anlamsızlaştırılıp önemsiz hale getirilebiliyorlar. Biraz daha farklı şekilde söyleyecek olursak, bazı bilimsel çalışmalar iktidarı rahatsız ederken bazıları ise iktidara yardımcı olma niteliği taşıyabilmekte. İklim krizi sürecine bu açıdan yaklaştığımız zaman gelişmeleri sadece Greta ve Trump üzerinden değil de biraz daha farklı şekilde değerlendirebiliriz diye düşünüyorum.
Gelin bu değerlendirmeye kısa bir tarihsel anekdotla başlayayım. Yıl 1600, Roma Engizisyon Mahkemesi Giordano Bruno’nun, bizim için çok net ve basit olan bir gerçekliği, yani evrenin merkezinde güneşin olduğunu ortaya koyduğu için, yakılarak öldürülmesine karar verir. Bruno yakılarak öldürülür. Bundan tam 33 yıl sonra, Galileo Galilei’de aynı sebeple, yani evrenin merkezinde dünyanın değil güneşin olduğunu iddia etmesinden dolayı, sınırsız hapis cezasına çarptırılır. Öncelerde Kilise tarafından çok da ciddiye alınmayan bir iddia, zamanla iktidarı sarsar hale gelir ve 1600’lü yıllarda Avrupa’nın göbeğinde, modern bilimin en önemli isimleri ya öldürülür ya da hapis cezasına mahkûm edilir. O sırada bilimin gücü iktidarı ikna etmeye yetmez. Nitekim, aradan geçen sürede, bilimsel devrim olarak nitelenen süreç yaşanır ve hepimizin bildiği gibi, Galileo ve daha birçoklarının tezi gerçeklik olarak kabul görmeye başlar.
Bugün ise Galileo’nunkinden çok da farklı olmayan yöntemleri kullanarak, karbon salınımında ciddi bir düşüş yaşanmadığı taktirde, insan da dahil birçok canlının hayatının tehlikeye gireceği iddiasıyla karşı karşıyayız. Elbette Gelileo’nun ortaya attığı iddia ile bu birbirlerinden hem içerik hem de alan açısından oldukça farklı. Ama aralarındaki bazı benzerlikler de oldukça dikkat çekici ve önemli gibi duruyor. Galileo’nun döneminde Kilise’nin evrenle ilgili ciddi bir yanılgı içerisinde olması, diğer birçok konuda da aynı yanılgı içerisinde olabileceği manasına gelecekti. Kilisenin en büyük kültürel sermayelerinden biri olan evren anlatısı kitlesel anlamda sorgulanır hale gelirse, kilisenin diğer anlatıları ve iddiaları da sorgulanır hale gelebilirdi. Temelin sarsılması, tüm sistemi çökertebilir, kilisenin otoritesine yönelik ciddi bir sarsıntı yaratabilirdi. Nitekim, öyle de olmuştu. Kilise bilimsel devrim esnasında daha önce hiç olmadığı kadar ciddi bir biçimde sarsıldı. Tarih Kilise’nin o dönemki bilimsel iddialardan kaynaklı korkusunu bir bakıma haklı çıkardı.
Buradan yola çıkarak bugüne bakacak olursak, tıpkı Galileo’nun iddiası gibi, iklim krizi iddiası da birtakım iktidar ilişkilerini tehdit altına almaktadır. En önemlisi de petrole dayalı ulaşım ve enerji, plastik üretimi, hayvansal gıda gibi mevcut ekonomik sistemin temelinde yer alan bu sektörlerin sorgulanır hale gelmeye başlamasıdır. Açık ve net olarak, iklim krizi, petrole, et üretimine, plastik kullanıma dayalı ekonomik büyüme modelinin sürdürebilir olmadığını bize göstermekte, mevcut ekonomik sistemi ve ona bağlı teknolojileri ciddi manada değiştirmemiz gerektiğine işaret etmektedir. Kısacası kapitalizmin temel sektörlerinin ve onlara bağlı olan daha birçok sektörün köklü bir şekilde değişmesi gerektiğini işaret eden bir bilimsel iddia ile karşı karşıyayız. Tam da bu yüzden iktidarın tutumu şaşırtıcı değildir. İktidar eskimiş ama bir o kadar da gerçek olan tavrını ortaya koymakta, kendi pozisyonunu korumaya çalışmaktadır. Onu sarsma niteliği olanı yok saymakta, 1600lü yıllarda yaptığından çok da farklı bir şey yapmamaktadır. Sadece o dönemin kilisesi, şimdinin petrol şirketleri, hayvansal gıda ve plastikle ilişkili sektörleriyle, yani kapital iktidar ile yer değiştirmiş durumdadır.
Fakat iklim krizi iddiası ile 1600’lü yıllarda ortaya atılan iddia arasında bir de önemli fark vardır. İklim krizi iddiası, hepimizin bildiği gibi, bir acil durum bildirmektedir. Harekete geçilmediği taktirde birçok canlı türünün hayatının tehlike altına gireceği bir gelecek öngörülmekte, insanlığın sonun gelebileceğinden bahsedilmektedir. Ne Bruno’nun ne de Galileo’nun iddiası böyle bir acil durum ortaya koyuyordu. Bu yüzden de 1600lü yıllarda bilimsel devrimin zamana yayılmış olması, hatta belki de hiç gerçekleşmeme ihtimali bile insanın varlığına yönelik bir yıkım riskini barındırmıyordu. Biz ister dünyayı, istersek de güneşi evrenin merkezinde algılayalım, bu, evrenin işleyiş biçimini değiştirmeyecekti. İklim krizi iddiasında ise insanın ortaya çıkardığı bir durumdan, temelde karbon salınımından ve bunun içerisinde bulunduğumuz ekosisteme nasıl zarar verdiğinden söz ediliyor. Tam da bu yüzden iklim krizi iddiası birçok bilimsel iddiadan farklı olarak içerisinde bir de siyasi önerme barındırıyor diyebiliriz. Ya global anlamda siyasi bir irade ortaya koyar ve karbon salınımını düşürecek alternatif bir ekonomik model oluştururuz ya da insanlığın ve beraberinde birçok canlının hayatını riske atarız.
Şimdi, Greta Thumberg ile gelişen sürece bu açıdan bakacak olursak, Greta, bir açıdan iklim krizi iddiasının içerisinde barındırdığı siyasi boyutun sembolü olarak da görülebilir. İşte bu yüzden de esas mesele Greta’yı hakiki buluyor muyuz, seviyor muyuz vs. değil. Önemli olan, Greta’nın bahsettiği bilimsel iddialara inanıp inanmadığımız. Eğer ortaya koyulan iddiaların doğru olduğunu düşünüyorsak, bu iddiaların içerisinde barındırdığı siyasi anlamları da kabul edip harekete geçmek durumundayız. “Evet iklim krizi gerçekten de var, ortadaki bilimsel iddialara inanıyorum” diyorsak, tüketim alışkanlıklarımızı gözden geçirmeli, bu tüketime bağlı sektörleri kökten değiştirmenin bir yolunu bulmalıyız. Aksi halde orta çağda Avrupa’nın içerisine düştüğü durumdan daha kötü bir durumla global ölçekte karşı karşıya kalacağız demek yanlış olmayacaktır.
Buradan hareketle son olarak şunu da söylemek mümkündür. İklim krizi aynı zamanda mevcut ekonomik iktidar ilişkilerini değiştirmek bakımından bir fırsat da sunmaktadır. Ancak bu fırsatın pratik bir karşılık bulması için öncelikle iklim krizi doğru olarak kabul edilmeli ve durumun ciddiyetinin farkına varılmalıdır. Bu yüzden Greta Thumberg’in şu söylemi hem şimdinin hem de geleceğin belki de tek anlamlı siyasetidir: “bilimin ortaya koyduğu iddiaları kabul etmeli ve paniklemeliyiz. Her şeyin ekonomik büyümeye alet edildiği bu sistemi kökten değiştirmeliyiz. Ve bunu sadece bireysel veya lokal olarak değil global ölçekte yapmalıyız.”