Yazar: Melike Özbay
Kaynak: Script
Adana, 7 Şubat 2023
Kâbusu yaşıyorduk, kıyamete uyandık. Sayılar, bilirkişiler, uzmanlar, haberciler, siyasetçiler ekranda akmaya devam ediyor. Benzeri bir yalnızlık, çaresizlik, terk edilmişlik az görülmüştür. Gerçekler, zaten bildiklerimiz, hiç bu kadar acı ve görünür olmamıştı.
Herkesin bildiği gerçekler bunlar, yıkılan binaların enkazından görünüyor. Bu depremde ihmal var. Plansızlık, yetersizlik, geç kalmışlık var. En çok da iktidarın tercihleri var. Bile bile yanlış yapılmış binalar, göz göre göre imzalanmış belgeler, verilmiş ruhsatlar, gözden kaçırılmış denetim raporları, bas bas bağıran biliminsanlarına kulak tıkamış sermayedarlar ve siyasetçiler var. Bununla da bitmiyor. Yardımın ulaşmadığı insanlar, tamamlanmamış ihtiyaç listeleri, beklenen sayılı “mucizeler” var.
Ulaşılan insanların sayısı da, ulaştırılabilen malzemeler de imkânlarla sınırlı. Kar altında kalmış köyler, mülteciler, kimsesizler, sayılarını yaşarken de kimsenin bilmediği insanların imkânları yok, yine de biliyoruz orada olduklarını.
Kürsüsü, mikrofonu ve parası olanların çoğu “şimdi siyaset zamanı değil” diyor: “Bekleyin, önce cenazeler kalksın.” Kendi kendini ifşa eden bir cümle bu. Kimsesiz cenazeler sanki kendiliğinden kalkacakmış gibi. Çünkü iktidar, yandaşları, patronları bakınca kaldırılacak enkaz değil yeniden kurulacak şehirler görüyor. Her şey gözümüzün önünde yaşanıyor. Bilmek için beklemek zorunda değiliz. “Önce cenazeler kalksın,” diyenler ile afet bölgesinde ateş başında ısınmaya çalışan insanların söyledikleri arasında uçurum var. Zaman bildiğimiz gibi akmıyor bu şehirlerde, insanlar bir ses duymayı bekleyerek duruyor, bir ses gelsin de iki sokak ötesinde çalışan ekibi kendi binasına yönlendirebilsin istiyor. İnsanlar biri yol açsın istiyor, yapılacak iş versin, yanacak ocağı göstersin. Bu cenazelerin, seslerin, evlerin bir sahibi var, enkaz başında sabahı bekliyor. Sabahın da bir sahibi var.
Bir şeyleri yakıp yıkmak istiyor insan, öyle bir öfke ve çaresizlik hissi ki hislerden konuşmaktan utandırıyor. İnsan yersiz yurtsuz hissediyor kendini. Telefon elinde, önündeki haberi paylaşsa mı, paylaşmasa mı? Bir işe yarama isteği, orada olma, dokunma, yaraları sarma, ayağa kalkma, başkaldırma, hesap sorma isteği. Nedir siyaset? Yaşamı savunmaktan, yaşama sahip çıkmaktan başka neye yarar siyaset?
Günde birkaç kere mikrofonlar önünde boy gösteren siyaset esnafı istediğini söylesin. Siyaset elden ele uzatılan kolilerde, afet bölgesine gönderilmek üzere yığılmış erzakta, gönüllü yardım için ellerinden geleni ardına koymayan insanlarda en saf hâliyle yaşıyor. Siyaset esnafı sayılar aktarırken, insanlar vinç, ambulans, sokak sayıyor. Siyasi partiler hesap kitap yapmaktan ve tepki görmekten korktukları için meydanlara bile çıkamazken, çıkanların da bu acı karşısında dili tutulmuşken nedir siyaset? İhmal edildik, unutulduk, terk edildik. İçimizdeki öfke, bunun öfkesi. Biliyorduk bu binaların çürük olduğunu, her yerin yağmalandığını, arazilerin peşkeş çekildiğini, biliyorduk büyük bir felakette kimsesiz kalacağımızı.
Bir kâbusu yaşıyorduk, bir kıyamete uyandık. Yanımızda sadece bize benzeyen insanlar var şimdi. Maden işçileri, itfaiyeciler, örgütlü devrimciler, sivil toplum kuruluşları, vicdanlı ve sorumluluk sahibi insanlar var. Bir yerde yardım isteyenler, bir yerde yardım etmek için bekleyenler var. Gönüllü doktorlar, hemşireler, öğretmenler… Toparlanmanın, iyileşmenin bir ucundan tutmak için yola çıkan binlerce insan.
Gözümüzün önünde eksik olan. Yol gösteren, organizasyonu yöneten yok. Yetersizlikten, beceriksizlikten yok. Hatta belki kendi siyasetleri için böylesini tercih ediyorlar. Bildiğimiz şey gözümüzün önünde, bulanık değil artık. Bu zaman, şimdiki zaman. Bildiğimizi haykırmanın zamanı.
Bildiklerimiz bitmiyor. “Marketler yağmalanıyor” yalanının ardında insanların bir yudum suya, bir dilim ekmeğe ulaşmaya çalıştığını, saatlerdir beklediklerini biliyoruz. Mal sahipleri bile el konan suyu, mal sahiplerine köle olanlar kadar umursamıyor. Ama bu gönüllü köleler tutmaya çalışıyor hakikatin zincirini. Hepimiz biliyoruz. Zincir marketlerin kârının yanında devede kulak kalan bir şişe suyun bir başkası için hayati olduğunu biliyoruz. Yağmanın âlâsının yıkılacak evler inşa ederek, insanların emeğinden çalarak yapıldığını biliyoruz.
Çok sevdiğim bir arkadaşım, arkadaşını kaybetti. Bir meslektaşım üçüncü güne girerken ailesine hâlâ ulaşamıyor. Herkes birilerini tanıyor. Tanıdıklarının tanıdıkları, onların tanıdıkları derken bir koca bir halk oluyor tanıdıklar. Hevesi kursağında, yaşamı yarım kalmış binlerce insan. Bunları da biliyorduk üstelik. Çoğunlukla aynı insanları vuruyor afet.
Bu, bilmenin durduramadığı bir kıyamet. En büyük bilgi de bu, önüne geçememiş oluşumuz. Çünkü çok daha yakıcı bir şey biliyoruz, inşaat firmalarının yıllarca sürmüş sömürüsünün yanında kitlelerin sorumluluğu nedir? Sıfır. Kimi bakanların, milletvekillerinin, belediyelerin yıllarca sürmüş riyakârlıklarının yanında nedir? Sıfır. Bile isteye para ve unvan için işine geldiği gibi gerçeği eğip büken medya kuruluşlarının yanında nedir? Sıfır. Sorumlular isim isim ortada, hepimiz biliyoruz. Bildiğimiz için sorabiliyoruz yanıtını bildiğimiz soruları.
Yaşarken öğrendik, kimsenin anlatmasına gerek bile kalmadı. Şimdi de gerek yok, bu yanıtları miras gibi devraldık. Gözlerimiz dolu izlediğimiz tüm dayanışma haberlerinde kalbimizi paramparça eden bir bilgi bu. Dayanışmayı iyi bilmek mecburiyetinde olduğumuzun hakikati… Bu, mecbur kalarak geliştirdiğimiz bir maharet.
Bildiğimiz şeyleri unutturamadılar nesiller boyunca, ancak zaman zaman hakikati gizleyebiliyorlar. Şimdi zayıflamış bir iktidar görüntüsü vermemek adına, felaketin ilk saatlerinde organize edilemeyen merkezi koordinasyonu OHAL yoluyla, zorla var ediyor devlet. Devletin kamu niteliği yok. Gözaltına alınan tek bir müteahhit yokken, süreci eleştirenler çoktan ifade vermeye çağrıldı.
Bu gizlenmesi, üstü çizilmesi mümkün olmayan acı gerçekten biz de sorumluyuz artık. Bin kere bildiğimizi haykırdık. Bildiğimizi tekrar ve tekrar söylemeye, hakikati örgütlemeye mecburuz. Mecburiyetimizin sebebi, bu felaketteki sorumluluğumuz değil. Mecburuz çünkü bunu ifşa etme yükümlülüğü altındayız. Sormaya, konuşmaya mecburuz.
Hayatını kaybedenlerin yaşam yükü, kalanların omzunda. Siyasetin en saf hâlini gördük. Görmeseydik keşke. Ama çıplak ellerle enkazda hayat belirtisi arayan, kameralar karşısında sorular soran, ekmek-su-çadır isteyen isteyen insanlarda gördük. Şimdi bu bilgiye tutunmak bizim omzumuzda. Yanımızda kim vardı unutmamak, bu mesele “siyasetler üstü” diyenlerin yüzüne tükürmek, olan bitenin hesabını sormak bizim omzumuzda.