“ben kimim, kime anlatıyorum, neyi anlatıyorum ayrıca
neyim ben, bu olanlar ne, ya kimdir tüketen isteklerimi
tüketen kim. hani bir yarışın sonuna varmış gibi
hani görmeden daha sezmeden her şeyin bittiğini
ama ne zaman saçları kurularken çok eski bir alışkanlıkla
çökerken üstümüzde bir sözün, bir gümüş kupanın o sebepsiz inceliği
ansızın bir ürperişle: bitti mi, her şey bitti mi
yoo, hayır! öyleyse kimdir tüketen isteklerimi
bir rüzgar, duyulup binlercesi birden bir rüzgar
bırakıp beni bir kenara, bir uzağı, ya da bir boşluğu bırakır gibi
ve ben hazırımdır bir süre unutulmaya
ama hep sorulur gibidir benden: ben şimdi ne yapsam acaba”
Edip Cansever
Gök gürlüyor.
Utangaç bir yağmur, yağsa mı yağmasa mı diye iç çekiyor.
Biraz bırakıyor sonra biraz kapanıyor.
Biraz biraz varım diyor, biraz biraz yokum.
Ama gök gürlüyor.
Karanlığı dağıtırcasına, sessizliği parçalarcasına,
Önce karanlığa ardından sessizliğe meydan okuyor.
Hemen pencerenin bitişiğindeki çalışma masama oturuyorum.
Yorgunluklarım ve gözlerimin üzerindeki uykusuzluğum da benimle birlikte oturuyor. Ve daha bir çokları…
Masanın üzerindeki okunmamış kitaplara bakıyorum.
İçime bir eksik kalmışlık hissi oturuyor.
Yağmur utangaçlığını atmaya başlıyor.
İçime oturan eksik kalmışlık hissinden uzaklaşmak için midir,
Yoksa biraz daha eksilebilmek için midir bilmem,
-eksile bilmek, belki de her şeyin çoğaldığı ve bayağılaştığı bir dönemde eksilebilmektir biraz da yaşadığını hissedebilmek-
masanın üzerindeki kitapları yok ediyorum.
Masa ışığını ve kalemliğimi, içindeki kalemlerle birlikte yok ediyorum.
Perdeyi çekip yırtıyorum.
Usulca pencereyi açıyorum.
Camı açmamla yağmurun durması bir oluyor.
Sanki ayıp bi şey yapıyormuş da pencere açılınca yakalandığını hisseden bir suçlu gibi anısızın kesilip bitiyor yağmur.
Çoraplarımı yerde bırakıyorum, masanın üzerine çıkıyorum.
Beni taşıyabilir mi? Sadece 76 kiloyum.
Onlarca kitabın derdini, fikrini, gailesini, acısısını, kötümserliğini, umudunu, iyimserliğini taşıyan şu kahverengi masa benim 76 kiloluk bedenimi mi taşıyamayacak?
Sen taşıyabildin mi ki peki? Kendi kendine yüklediğin veya sana yüklenen dertleri, fikirleri, gaileleri, acıları, kötülükleri, umudu, iyimserliği kaldırabildin mi? Bu koca dünyada, koskocaman evrende, bu küçücük, hiç’e dokunan bedeninde taşıyabildin mi bir kitabın yolunu, yakalayabildin mi bir durağın otobüsünü, tutabildin mi karanlıklara gömdüğün insanların anılarını, yüzleşebildin mi yüreğinin karanlık tarafına gömdüğün rüzgarlarla. O rüzgarlar şimdi fırtınalara, fırtınalar kasırgalara dönüşüyor. Zapt edebilecek misin varlığının kanayan yarasından sızıp beynine vuran acıyı?
Bir adım daha atıyor ama, şimdi pencere önündeki soğuk ve ıslak mermerin üzerine basıyorum, iki ayağımla.
Uzaktan gelen kulağı okşuyormuş gibi duyulan ama insanın içinde bir tiksinme hissi doğuran araba seslerinin sessizliğe karışan uğultusu… Sanki sessizliği bünyesine katmış ve tekrar bir uğultu olarak sana geri getirmiş gibi. Sessizliği yok eden uğultular içime içleyen sarsıntılar olarak dönüp duruyorlar.
Hiçbir ses duymamaya çalışıyorum, hiçbir koku almamaya çalışıyorum, hiçbir şey görmemeye çalışıyorum…
Gözlerimi açtığımda,
Önce bedenim atladı, toprağa.
Sonra bir durakta yıllardır otobüs bekleyen anılarımdan bir demet atladı, denize.
Ardından uçağın kapısını açan düşlerim kendisini bıraktı, havaya.
Hemen sonra hayatın her anından devşirdiğim ve biriktirdiğim bilgilerim yığınlar halinde hucum ettiler, ateşe.
Sesim sessizliğe.
Anılarımdan arta kalanlar çığlıklar eşliğinde savrulmaya başladılar ateşe, denize, havaya ve toprağa…
Sessizliğe…
Eksildik sonra eksildim.
Eksildi sonra eksi,
Şimdi artık her şeyin bittiği ve hiçbir şeyin başlamadığı bir yerdeyim.
Öyle bir yerde.
“Kimse bir gün kimseyi sevmeyecek diye korkuyordu” hep.
Neyse korktuğu hepsi gerçek oldu.
Neylersin şimdi, “ne çıkar siz bizi anlamasanız da” deyip
topraktan,
denizden,
havadan,
ateşten
ve
sessizlikten,
gelip de yeniden başlamak,
her defasında yeniden özleyerek ve yeniden eksilerek başlamak.