Son seçim “boykot” kararını ifade edenlerin, hem sağdan hem soldan yediği linç bir tarafa, abuk sabuk yorumlarla konunun içeriğini tartışmaktan kaçanların aşağılayıcı, ötekileştirici ifadelerine katlanmak durumunda kaldık.
“Boykot” tavrında genel bir uyum olduğunu, ideolojik yaklaşımın herkeste aynı olduğunu söylemek doğru olmaz. Boykot edenlerin farklı motivasyon ve anlayışları vardı.
Mesela, boykot tepkisini kendi üstüne yamamayı deneyip, konuyu uluslararası platformlara taşıyacağını söyleyenler de vardı hatırlıyor musunuz?
Oysa ki, uluslararası platformlar zaten “kktcyi tanımadıklarını” ifade ettiklerinde, bizim bin yaşındaki politikacılar ne demek istediklerini bugüne kadar belli ki hiç düşünmediler.
Mesela, uluslararası toplum bakanına “bakan” demez, vekiline “seçilmiş temsilci” gibi ayırt edici bir şeyler koyar. Nihayetinde adanın kuzeyindeki icra makamının uluslararası ölçekte “Türkiyenin alt yönetimi” olduğu ifadesi bakidir. Siz bunu gidip ifade ederseniz, en fazla duyacağınız “biz bunu en başından beri söylüyoruz” olur.
Ancak, diğer tarafta idarenin tanınmamış olması, idarecilerin rolünün olmadığı anlamına gelmez.
Yani siz emek piyasasına yönelik önlem alacaksanız, bu iradeyi gerçekleştirme kudretini sergilemenize hiçbir uluslararası aktör karşı çıkmaz. Hatta, belli başlı adımlarda uluslararası anlamda destek de görebilirsiniz. Ancak teknokratik çözümler için zaten yöneticinin hangi partili olduğunun pek de anlamı yoktur. Niyetinin kamu yönetimini modern değerlerle gerçekleştirmesi yeterlidir.
Kıbrısın kuzeyine yönelik yönetişimci yaklaşım, kurumların güçlü olması, ticaretin daha kolay yapılması, kamu sektörünün performansının daha güçlü olması gibi örnekler, kktcnin tanınmasını sağlamaz, ancak adanın kuzeyinde yaşayan insanların koşullarının daha iyi olmasına neden olur. Adanın kuzeyinde yaşayan insanların bugün yaşadığından daha iyi yaşamasına ise herhalde kimse karşı değildir. kktcyi tanımayan uluslararası aktörler de buna karşı değildir.
Gel gelelim, daha iyi yaşama sonucunu yaratacak olan bürokrasinin iç işleyişinde çözümlenirken, bürokratik kurumların başındaki kişilerin meşruluğunun gözden geçirilmesine yarayan seçim sonuçlarının anlamsızlığı yaşadığımız son süreçte bir kez daha ortaya çıkmıştır.
Son bir yıl içinde kaç kez UBP-DP-YDP koalisyonu kuruldu, ben artık sayısını unuttum. Son koalisyon bozulduktan sonra, şimdi ortalıktaki iddialara göre, başbakanın değiştirilerek bir koalisyon kurulacağı senaryoları ortada…
Faiz Sucuoğlu neden ekarte edildiği hakkında bir fikrim yok. Ancak Ulusalcı bir partinin %60 oyuyla seçilmiş bir kişinin dahi “kktc’nin çıkarlarını savunamayacak durumda” olduğunun düşünülmesi ihtimali dahi, seçimdeki oy oranı ile adanın kuzeyindeki iktidarın gerçekte kim olduğu konusunda açık bir tezatlık bulunduğunu gösteriyor.
Hal böyle olunca, iktidar partisindekilerin sessizliği anasından ilk kez tokat yeyen şımarık çocuğun çaresizliğini hatırlatıyor. Tokat konusunda daha deneyimli olan ana muhalefet partisindeki üye dostlar ise tek başına iktidar olacaklarına dair umutları olmalarının anlamsızlığının farkında olup olmadıklarını da bilemiyorum.
Ancak, ana muhalefetin tek başına iktidar olabildiği yada HP gibi görece temiz bir parti ile kurulacak bir koalisyon sürecinde dahi ana akım muhalefet partiler için iradenin kendilerinde mi yoksa başka bir yerde olup olmadığı ile ilgili tek atımlık kurşunları olduğu ve başarısız olmaları durumunda birbirlerini suçlarken, esas olarak deniz ötesindeki iktidarın sorumluluğunu saklayacakları bir duruma sebep olmamalarını ummaktan başka bir şey içimden geçmiyor.
Bir diğer önemli nokta ise meclis dışında kalan solun, ikna edici, sloganların ötesine giden, kitlelerin güven duyacağı bir ifadesinin henüz oluşmamasından ileri gelmektedir.
Her ne kadar, meclis dışındaki solun dikkate değer bir kesimi, boykot tavrını dikkate alarak “geniş bir sol koalisyon” inşa etme niyetini ifade etse de, şimdilik bunun ete kemiğe nasıl bürüneceğine dair bir yaklaşım dahi ortada yok.
Kendini, bu geniş koalisyondan ayrı olarak konumlandırarak hareket etmeyi tercih eden diğer küçük yapıların ise işbirliklerini güçlendirmek yerine, pür-i pak bir zeminde mücadeleyi hedeflemeleri ise en çok CTP’ye yaradığı kesin. Nihayetinde, meclis dışı sol parçalı görüldükçe, güçten yana oy verecek olan geniş bir seçmen kitlesinin, iradelerini CTP’den taraf kullanacağını söylemek mümkün.
Gel gelelim, yönetime ister muhalefet ister iktidar olarak talip olan statüko karşıtı oluşumların tümününün belki de dikkate alması gereken nokta, dönüşümün sadece bir ifade, bir istek ile sınırlı olmadığı aynı zamanda bunun da bir ekonomisi olduğu gerçeğidir. Maalesef, verili koşullar, hiçbir ülkede ve hatta hiçbir kolonide olmadığı kadar acıdır.
Kamu iradesini ele geçireceğini düşünen oluşumların, kamu iradesinin dönüştürücü gücünü yitirmiş olduğu, etki yaratma gücünün beklentileri karşılamaktan uzak olduğunu not etmek gerekmektedir. Maaş ödemekten fazlasını yapabilmekten uzak bu kamu yönetiminin dönüştürücü olması için gereken finansmanın kaynağı ise bu dönüşüme karşıdır. Bu yüzden kamu iradesi eliyle dönüşümü sağlamak, iktidara gelindiği zaman müdahale ile karşılaşacaktır.
Bu durumda, önü kapalı bu çözümde ısrar etmenin yaratacağı etkinin daha büyük hayal kırıklıkları yaratacağı gibi bir olgu karşımızdadır. Boykot ise boş vermiş bir tavır olarak ifadelendirilse de, iki unsuru açık bir şekilde ifade ettiği genel kabul görmektedir.
Birincisi TC – kktc ilişkilerinin zemini yanlıştır. İkincisi, TC – kktc ilişkilerinde zemin ancak Kıbrıs’ın geleceğinin belirleneceği ve uluslararası hukuk ile uyumlu çerçevede anlam taşıyacaktır.
Bu açıdan, Kıbrıs sorunu ile bağlantı sadece “iki toplumlu iki bölgeli siyasi eşitliğe dayalı federal çözüm” sloganından çok daha derin olarak ifadelendirilmeli ve politikaları şekillenmelidir. Bunun için de, seçmenin aradığı kapsamlı bir barış politikası ile birlikte, TC – kktc ilişkilerinin ele alınması gereklidir.
Bunun için de sadece sosyal medya görsellerine değil, çok daha geniş bir çerçeve içinde ele alınacak politik bir manifestoya ihtiyaç vardır. Sadece bugünün sorunlarını değil, yarının da sorunlarının çözümünü barındıran, ekonomik, sosyal, ekolojik ve politik anlamda belirsizlikleri ortadan kaldırırken kamunun yeniden şekillenmesini ön plana çıkaran bu yaklaşımı kurmak ve 1974 yılından sonra UBP ile oluşturulan ganimete dayalı mamma kültürünün ötesine geçecek bir anlayış ihtiyacını gerekli kılmaktadır.
Elbette, ülkedeki insan kaynağının deneyimi böylesi bir dönüşüme hazır olmadığı sonucunu verebilir. Ancak yaşanan ekonomik kriz, siyasi liderliği son derece önemli bir hale getirmektedir. Siyasi liderliğin, teknokratik çerçevenin ötesinde daha derin sorumluluklarında alınmasını gerektirir. Bunu sırtlamak bence tek bir siyasi partinin ötesinde bir sorumluluktur. Bu açıdan meclis içi ve dışı muhalefetin ortak bir manifestoyu çalışması ve ortak bir seçime girmeseler bile temel anlamda ortaklaşılacak siyasi çerçeveyi belirlemeleri son derece önemlidir.
Tabii ki siyasi kibir bunun önünde yer alabilir. Ülkeyi dönüştürme iddiasında olanların ise, kendi kadrolarındaki yerleşik siyasi kibri yenemeyecek olması doğal olarak, iddia edilen hedeflere ulaşılıp ulaşılamayacağının da doğal bir testi olacaktır.