Geçtiğimiz gün geceyarısı saatlerinde Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası Başkanı Naci Ağbal görevden alındı. Yerine Prof. Dr. Şahap Kavcıoğlu atandı. Naci Ağbal, Kasım ayında ABD seçim sonuçlarına dönük bir açılım dahilinde göreve getirilmişti. Kendinden önce görev yapan Murat Uysal’ın düşük faiz politikasının devam etmeyeceğine dair ilk sinyal böylece verimişti.
Ağbal göreve geldiği günden itibaren faiz politikalarında proaktif bir rol üstlendi. Türk lirasının ciddi değer kaybettiği dönemi kapsayan Kasım – Aralık aylarında faizleri 675 puan yükseltti. Geçen hafta ise faizleri 200 puan daha yükselterek, özellikle yabancı yatırımcının geleneksel Merkez Bankası politikaları konusunda Türkiye’nin uyumlu bir rol oynayacağı mesajını vermişti. Ağbal, merkez bankasının faiz aracını kullanmakta beklentilere uyumlu bir profil çizmesi, piyasa ekonomisinin en önemli denetçi firmalarından biri olarak isimlendirebileceğimiz kredi derecelendirme kuruluşları tarafından da olumlu karşılanmıştı. Ağbal’ın görevden alınması haberinden saatler önce etkili kredi derecelendirme kuruluşlarından biri olan Fitch, “Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası’nın son faiz artışının ortodoks yaklaşımı pekiştirdiğini” ifade etti.
Ağbal’ın görevde olduğu Kasım 2020 – Mart 2021 döneminde aşamalı olarak oluşturulan yeniden güven tesis etme ilişkisinin zirveye oturduğu sıralarda, Türkiye Devlet Başkanı Recep Tayyip Erdoğan imzalı bir kararname ile Ağbal görevden alındı. Yerine yeni bir isim atandı. Bu isim ekonomi okurlarının tanıdığı bir isim. Yeni Şafak Gazetesinde ekonomi yazıları ile gündeme dair yaklaşımlarını belli bir çerçeve ile ele alan biri. Bu açıdan da TC havuz medyasının sansasyonel başlıklarını bir kenara bırakıp, sadece faiz meselesi değil, çok daha etraflı bir biçimde AKP’nin ‘yeni’ Türkiye yaklaşımını da çok daha derin bir biçimde anlamamıza olanak sağlayacak bir isimden bahsediyoruz.
Tabii öncelikle yeni Merkez Bankası başkanının daha önce Halk Bank’ta çalıştığını belirtelim. ABD-TC hükümetleri arasında muhtemelen S400’ler kadar önemli bir sorunu temsil eden Halk Bankası geçmişinin olması ve Bankacılık piyasasına dair yaşanacaklara yönelik çetin bir müzakere pozisyonu açısından sembolik bir tarafı var. Bununlar beraber daha önce AKP’den Bayburt, milletvekiliği görevini yerine getiren Kavcıoğlu’nun sektörel ve akademik kayda değer çalışmaları da var. Ancak bu çerçeve içinden Erdoğan’ın düşük faiz ısrarına da ılımlı yaklaşan bir kişi.
Kavcıoğlu, ilk açıklamasında Merkez Bankası kararlarına dönük açıklamalarda bir takvim değişikliğine gidilmeyeceğini, başka bir deyişle “baskın bir faiz kararı” verilmeyeceğini piyasalara açıklamış olsa da, yitirilen güvenden ötürü Ağbal’ın 200 puanlık faiz artırım kararının, istenilen etkiyi sunamayacağı, piyasalarda kafa karışıklığının hali hazırda onca risk unsuru barındıran Türkiye Cumhuriyeti ekonomisi için olumlu olmayacağını söyleyebiliriz. Kavcıoğlu’nun ilk hamlesi, piyasaya sürpriz yok diyerek ılımlı bir ifade olarak görülse de, piyasadaki tüm aktörler önümüzdeki ay faiz toplantısında faizlerin en az 100 puan azaltılacağına dönük bir yaklaşım benimseyeceği, bu yüzden de ona göre pozisyon alacaklarından ötürü, işlem hacminde belli oynaklıkların olacağını da öngörebiliriz.
Ancak, Kavcıoğlu meselesi ile sadece faizin 100 puan artıp azalacağı konusuna odaklanmadan daha derinlikli bir çerçevede düşünmek gereklidir. Birincisi, Merkez Bankası nasıl bir rota çizeceği ve bu rotanın içinde siyasi iklimin nasıl şekilleneceği önemlidir. Bu kaygılara cevaben, Kavcıoğlu’nun şahsi görüşlerini kaleme aldığı bir makalesinden önemli çıkarımlar yapmak mümkündür. Kavcıoğlu, yazısında Türkiye Cumhuriyetinin deneyimlediği adalet, insan hakları, dış politika, şeffaflık ve makro ekonomik dengesizlikleri üzerine olan tespitleri listeleyip “bugünkü dünyada çoğu ülkenin yaşadığı ve içinde bulundukları sorunlardır. Ama bu ülkelerde yüksek faiz yok hatta negatif faiz var” sonucuna varmaktadır.
Aslında, Kavcıoğlu’nun vardığı sonuç, Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupai değerler içinde değerlendirmenin anlamsız olduğu sonucuna vararak ortaya koyduğu önerilerde, Batı değerlerinin oluşturduğu hegemonyanın, kapitalist ekonomik ilişkilerden ayrıştırılarak ele alınması gereken bir paradigmayı ön plana almaktadır. Bu bağlamda, nasıl ki Çin emek gücü ile devasa bir ekonomik rol oynayabilmektedir, Türkiye Cumhuriyeti ekonomisinde de benzeri bir ilişki yaratılmasına onay verdiği sonucuna varabiliriz. Tabii ki, Çin’in kendi kültürel hegemonyasının kendine özgü koşulları ve kapitalizmi ile ilişkisinin Türkiye Cumhuriyeti’nin coğrafi ve tarihsel bağları derin farklılıklara sahiptir. Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Batı’nın siyasi ve kültürel hegemonyasının ötesinde yeni bir “yerli ve milli” çerçeve yaratarak, bunun içinde ekonomik bir alan oluşturma niyeti olduğunu ifade edebiliriz.
Ulusalcı – muhafazakar bir paradigmanın ürünü olan bu yeni ekonomik alanın, siyasi dönüşüm çabası, beraberinde bireysel, kolektif ve ekolojik hak, özgürlüklük ve sorumlulukların da aşınmaasını yanında getirmektedir. Üstelik bu aşınma sürecini sadece “gerici” anlayışlarla ifade etmek yerinde olmaz. Bu bağlamda Merkez Bankası başkanının atanması ile birlikte gerçekleştirilen diğer siyasi adımları da bu ekonomik paradigma içinde okumak faydalı olur. Türkiye’nin, İstanbul Sözleşmesi’nden geri adım atmasını da bu çerçeve içinde ele almak gerekir. HDP’ye yönelik kapatma kararı, önemli bir insan hakları savunucusu olan Ömer Faruk Gergerlioğlu’nun da vekilliğinin düşürülerek, derdest edilmesi de yine aynı yeni ekonomik paradigma tahayyülü içinde görülmelidir.
Bu noktada, özgürlükleri aşındırırken, faizleri düşük tutmaya çabalamak arasındaki birbiri ile içiçe geçmiş ilişkinin kaynaklarına göz atmak önemlidir. Bunun için AKP iktidarının, ekonomik aktörleri ve büyüme motoru oluşturabilecek aktörleri birbiri içinde değerlendirmek faydalı olabilir. Özellikle yüksek faizlere en yoğun karşı çıkan “yerli milli” sermayenin temsil edildiği MÜSİAD çevresinin ekonomik kar potansiyelini iyi tanımak bu açıdan önemlidir. Esasen ithal ham madde ürünlerinin, yeniden ucuz emek süreçlerinden geçirilerek değere dönüştürülmesi modeline göre çalışan bu işletmelerin, düşük kur politikası ile yüksek ihracat kapasitesine sahip olduğu, yüksek nüfusun artı değer için ana girdiyi oluşturduğunu da akılda tutarsak, aslında Türkiye’nin bir emek ülkesi olduğu gerçeği karşımıza çıkar. Emek ülkesi Türkiye’nin yüksek kalibrasyonlu bir ekonomiye geçmesi bu çevreler için büyük bir sorun teşkil etmektedir. Emek sömürüsünün, hak ve hukuki aşındıkça o kadar kolay olacağından hareketle düşünmeliyiz. Türkiyenin nihai ekonomik paradigmasının, eşitsizlikleri derinleştirirken, toplumun muhafazakar ve ulusalcı değerler üzerinden kutuplaştırılırken, emek noktasında rekabetçi bir noktada tutulması önceliktir. Bu önceliğin sonsuza kadar devam etmesi mümkün değildir. Ancak, bir taraftan kültürel, diğer taraftan ekonomik olarak kuşatarak iktidarını olağan üstü hal ile konsolide eden Erdoğanist yaklaşımın, iktidarının sürekliliğini diğer ülkeleri kendine mecbur edecek bir unsura bağlaması kaçınılmazdır.
İşte bu çerçevede, iktidarların ekonomik sürekliliğinin, sürekli olarak enerji gerektirdiği, enerji kaynakları üzerinde hakimiyet önemli bir rol oynamaktadır. Özellikle de derin denizlerde doğal kaynaklara erişimin mümkün olması ile birlikte hem Karadeniz hem de Doğu Akdeniz’de yaşadığımız çok taraflı sorunların temelinde Erdoğanizmin sonsuz konsolidasyonuna olanak sağlayacak Mavi Vatan doktrini yatmaktadır. Bu pencereden baktığımızda, düşük faiz saplantısı – insan haklarının aşınması ve dış politikadaki genişleyici tutum çok daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Bu durumda Türkiye’nin yaşadığı sancıların aslında büyük bir restorasyon projesinin dayattığı zorluklardan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Ancak, bu yaşananların karşısında uzun süredir iktidar olmanın yarattığı bir zehirlenme olduğu gerçeği de ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de Erdoğan ittifakının güç kaybettiği bir gerçektir. Bu güç kaybının, önüne geçilmesi için gündeme getirilen kutuplaştırıcı önerilerin, sıcak çatışmalarla da devam etmesi ihtimal dışında değildir. Bu anlamda sokaklara inen göstericilerle yaşanacak bir gerilim veya dış politikada, özellikle Doğu Akdeniz bölgesinde yaşanacak bir ateşlenmenin yaratacakları demokratik düzenin çok daha derin sorunları deneyimlemesine neden olacaktır.
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin görmezden geldiği bir nokta daha vardır. Birincisi, Türkiye Cumhuriyeti’nde yaşayan insanların önemli bir bölümü insan hakları, kadın hakları, özgürlükler konusundaki kısıtlamalara karşı, doğal bir reaksiyon göstermektedir. Temel haklara yönelik açılımları, sadece Batı’nın bir oyunu, emperyalizmin bir uzantısı olarak gören bu zihniyetlerin kaçırdığı nokta, Evrensel İnsan Hakları’nın, Batı kaynaklı bir hareket olmasının, onun evrenselliğini yok etmediğidir. Bu bağlamda Türkiye demokrasisi, yaşadığı onlarca müdahaleye, kısıtlamaya, darbeye rağmen hala daha en ücra köyünden, en büyük metropollerine kadar karşılık bulmaktadır. Bu, yıllar içinde yerleşmiş, benimsenmiş bir durumdur. Bunun için sosyal dinamiklerin tepeden inen bu yeni projeye karşı tepkilerini olgunlaştırdığı açıktır. Bu yüzden de bence iç dinamikler hedeflenen sonuçları engelleyecek iradeyi göstererek, Türkiye Cumhuriyeti’ni insan hakları ve demokrasi odaklı bir çizgiye taşıyabilecektir.
Ayrıca, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın yeni başkanının iddiasının aksine, gelinen noktada Türkiye’nin Avrupa’nın kıyısındaki “Çin” olmasına yönelik göz yumulması ve normalleştirmesine yönelik oldu-bittilerin kabullenilmesine yönelik beklenti de yersizdir. Nihayetinde Batılı dünyanın aygıtlarının tümünde iyi yada kötü temsil edilen, NATO gibi bazı örgütlerde son derece kritik öneme sahip olan bir ülkenin, Batı ekseninde izole olmasına göz yumulması, dış yatırım iklimi için riskler barındırmaktadır. Sonuçta, Batı, İran değil de Türkiye’ye yatırımlar konusunda iyi niyetli olmasının bir başka nedeni de, kendi hegemonik projesine alan sağlamasıdır. Şimdi finansını Batı’nın sağlayacağı ancak, Erdoğanizmin Batı karşıtlığı üzerinden oluşturduğu yeni bir hegemonyanın sponsoru olmasını beklemek anlamsızdır.
Bunun, Erdoğan’ın arzularına göre gerçekleşmesine göz yummak ancak Osmanlı dönemi restorasyon projelerinde Batı’nın tek taraflı kazancına dayalı bir “kapitülasyon” anlayışı ile mümkün olabilir. Ancak böyle bir ilişkinin de tarihselliği, yaşadığımız günlere uyumlu değildir. Hal böyle olunca, Erdoğanizmin yeniden faizlerle ortaya koyduğu sosyal, ekonomik reformasyon projesinin çerçevesinin acımasız bir sömürü düzeni, kutuplaştırarak iktidarın devamı ve üretim araçlarının karmaşıklaşmasına karşı, yapay zeka teknolojilerinin geliştirildiği yeni endüstriyel devrimin gerisinde kalmış bir model üzerine şekillenmiştir. Görünen o ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğin ekonomisi olması yerine, geçmişin gölgesinde kalmasına dayanan bu anlayış Türkiye’deki iktidar bloğunun kendi kendini sınırlandığı bir noktaya hapsetmiştir. Ağbal’ın görevden alınması da bu son noktanın işaret fişeğidir.
22 Mart, Türkiye için karanlık yolculuğunun son döneminin başladığı bir dönemdir. Bu dönemin de diğerleri gibi sancılı olacağı kesindir. Ancak, bu Erdoğanizmin yazdığı kitabın son bölümüdür. Bu yazılan kitap beklenenin aksine sonuçsuzdur. Girişilen restorasyon projesinin hedeflediği noktayı başaramadan, duvara toslamadan yaptığı son çabadır. Yolun sonu gelmiştir.