Bu makale ilk kez 28 Temmuz tarihinde Kathimerini gazetesinde yayımlanmıştır.
Yazar: Andreas Parashos – Kıbrıs Radyo Yayın Kurumu – Hazırlayan: Vula Harana
24/07/2020 Cuma günü, Tayyip Erdoğan’ın kararıyla Ayasofya’nın camiye dönüştürüldüğü gün olabilir, ancak bu günün Türkiye için anlamı Kemalist dönemin sona erdiği gün olduğu kesindir. Ülkenin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün 1934 yılında Ayasofya’yı müze ilan etme kararının Erdoğan tarafından kaldırılmasıyla Kemalizm’in de canına okunmuş oldu.
Modern Türkiye’nin sınırlarını belirleyen ve Türkiye Cumhurbaşkanı tarafından defalarca revize edilmesi ihtiyacı olduğu söylenen Lozan Antlaşması 24/07/1923 tarihinde imzalandı. Erdoğan Türkiye’nin sınırlarını nereye kadar genişletmek istiyor ve neden? Ankara’daki bir kaynak, “Kathimerini” gazetesine Erdoğan’ın Doğu Akdeniz’de küçük, orta ve büyük güçlerin rekabet ettiğine dair düşüncelerini anlattı: Küçük güçler bölgedeki enerji olaylarını etkileyemezler, “büyük güçler kendi çıkarlarının peşinde koşarlar”, orta güçlerse Türkiye ve Mısır’dır. Kaynak şöyle ekliyor: “Türkiye sahip olduğu güç ve bölgede inşa ettiği ittifaklar ağı nedeniyle ikinci kategoride yer aldığına göre, her seviyede üstünlüğünü savunmaktan ve Doğu Akdeniz’deki tüm aktörlerin çıkarlarının barışçıl bir şekilde bir arada var olabilmesi için tüm muhatapları nihai müzakereye itmekten başka çaresi yoktur “.
Türk kaynağının, “büyük güçler kendi çıkarlarının peşinde koşuyor” şeklindeki ifadesi, Rusya ve ABD’ye dokunmadığından çok rahat bir yaklaşım teşkil ediyor. Hatta Ankara’nın tüm yayılmacı politikasını gözler önüne serdiği halıyı teşkil eden Amerikan izolasyonculuğundan en ufak bir biçimde söz edilmiyor. Amerikan güçlerinin Akdeniz’den de çekilmesinin ardından bölgede görünmez bir denetim boşluğu kaldı. Türkiye hegemonyasının doldurmaya çalıştığı boşluk, geçenlerde Türkiye Cumhurbaşkanlığı iletişim müdürü Fahrettin Altun tarafından internet vasıtasıyla yaptığı bir açıklamada ortaya kondu: “Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği sadece kendi sınırlarında sağlanmıyor. Türkiye, kendi güvenliğini sadece içte değil, Balkanlardan Orta Asya’ya, Körfez’den Cebelitarık Boğazı’na kadar manevi coğrafyasını güvenli bir alana dönüştürmeye kararlıdır.
Devam halindeki Türk-Yunan krizi de, işte, “Mavi Vatan” ın ilham kaynağı kendisine ait olan Tümamiral Yaycı’nın teorisyeni olduğu bu yeni hegemonya doktrininin temelinde ortaya çıktı. Türkiye küçük güçler arasına dâhil ettiği bir ülkeyi, Yunanistan’ı rahatsız ederek bir nabız yoklaması yaptı. Ayasofya ile elde ettiği dini, “Oruç Reis” misyonuyla elde edilen “vatanseverlik” başarısı Erdoğan’a Cebelitarık’a kadar uzanacak “büyük çıkış”ın başlangıcı için ideal bir ortam sunuyordu.
İlk başta Türk yiğitliklerinin direniş görmeden başarılı olacağı sanıldı ancak nihayetinde en az üç tarafın daha Doğu Akdeniz’de oynayacağı bir rolü olduğu ortaya çıktı: Türk hegemonyasına tahammül etmek istemeyen Fransa, İsrail ve Mısır.
Cumhurbaşkanı Anastasiadis ile Paris’te yaptığı görüşme sonrasındaki Makron açıklaması yanlış yorumlara yer bırakmıyordu: “Doğu Akdeniz’de güvenliği başta Türkiye olmak üzere diğer aktörlerin eline bırakmak AB için önemli bir hata olurdu…” diyen Fransız Cumhurbaşkanı böylece aslında Akdeniz ve Orta Doğu’da oynanan jeopolitik oyunda kilit bir aktör olduğunu ilan etmiş oldu. Ve bu açıklamasını herhangi bir etkisiz Avrupa yaptırımı ile değil, zor kullanarak savunmamanın kendisi için çok zor olacağını da. Buna paralel olarak Mısır Sirte’de kırmızı bir çizgi çekerken İsrail de İran askeri tesislerine ve Libya’daki Türk üssü Al Watiya’ya yaptığı müdahalelerle aynı zamanda hem görünmez hem de her yerde olduğunu gösterdi. Böylelikle, Merkel’in Erdoğan’a müdahalesinden ve Yunan-Türk diyaloğunun başlamasıyla ilgili gelen bilgilerden sonra, bir sonraki adımlar muhtemelen Kıbrıs’ın Münhasır Ekonomik bölgesinde “Oruç Reis” gerginliğinin düşmesi ve politik olarak da Maraş’taki Türk hegemonyasının geri çekilmesi olacak.