Yazar: Birol Şal
Kaynak: Gazete Manifesto
Yazıma yıllar öncesinden, 1980’li yılların ortalarından bir anıyla başlamak istiyorum. Siyaset Bilimi hocamız o günkü derse bir soruyla başlamıştı. İtalyan diktatörü Mussolini’nin nasıl iktidara geldiğini sormuştu biz öğrencilere. Ve biz sorunun yanıtını zihnimizde toparlamaya çalışırken fazla beklememiş, yanıtı kendisi vermişti. Sorunun yanıtı “ Roma treninin yataklı vagonunda uyuyarak” şeklindeydi. Biz soruya bilimsel, teorik yanıtlar bulmaya çalışırken, hocamız bu kadar kısa, yalın bir yanıtı ve aynı zamanda tarihsel bir gerçeği önümüze koymuştu.
Sorunun şaşırtıcı ve belki de karikatürize edilmiş yanıtından da anlaşılacağı üzere diktatörler şiddet içeren yollar dışında barışçıl gözüken şekilde de iktidara gelebiliyorlardı. Mussolini bunun tarihteki örneklerinden birini oluşturuyordu. Bir diğerini de aynı dönemde Almanya’da iktidara gelen Nazi Partisi ve lideri Hitler oluşturmaktaydı. Her iki diktatör de seçimler yoluyla ülkelerinde iktidarı ele geçirmişlerdi. Görüntü burjuva demokrasilerinin çarklarının işlediği ve ideolojilerinin özünde şiddet olan söz konusu iki partinin de meşru yollarla yönetme yetkisini aldıklarını yansıtıyordu.
Ancak görüntü böyle olmakla birlikte ideolojileri demokrasi karşıtı yapıda olan bu partiler nasıl oluyordu da seçimler yoluyla iktidara gelebilmişlerdi? Seçimle yönetme erkini ele geçirmeleri faşizmi savunan her iki diktatöre de meşruiyet sağlamak için yeterli miydi? Süreçler nasıl işlemişti? Bu soruların yanıtlarının halen günümüzde de geçerli olan yukarıda örneği verilen süreçlerin anlaşılmasına yardımcı olacağı kanısındayım.
Söz konusu süreçleri ve yapıları ana hatları ile ele almadan önce burjuva (kapitalist) devletin üzerinde durduğu ana gövdenin ve bu gövdeyi oluşturan temel çelişkinin niteliğine yönelik olarak Marks’ın söylediklerini kısaca hatırlayalım. Sınıfsal çelişkilerin ve çatışmaların işin özünü oluşturduğunu, iktidar mekanizmalarının buna göre oluştuğunu unutmayalım.
Kapitalde yer aldığı biçimiyle Marks’a göre, her hangi bir toplumun anahtarı onun üretim tarzı ya da sosyo-ekonomik üretim güçleri ile mülk sahipliği ve artılara el koymanın yol açtığı sınıf ilişkilerinin özgül bir bileşimidir. Toplumsal yapının bütününün temelini ve bununla birlikte egemenlik ve bağımlılık ilişkisinin siyasal biçimini, kısaca, devletin buna denk düşen özgül biçimini açığa vuran her zaman doğrudan üreticiler ile üretim koşullarının sahipleri arasındaki doğrudan ilişkidir. Komünist Manifestoda da burjuvazinin en sonunda, modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana modern temsili devlette siyasal egemenliği tamamıyla ele geçirdiği belirtilmiştir.
Kapitalist demokrasiyle sonuçlanan burjuva devrimlerinde devrimlerin motoru olan sınıfların ve bunların kendi aralarındaki ilişkilerin yanı sıra ikincil bileşimlerin varlığı da söz konusudur. Aralarında çatışma ve ittifak ilişkisi olan egemen güçler zaman zaman kendilerine belli konularda ve koşullarda bir alt sınıf desteği de sağlamışlardır. Yukarıda sözü edilen diktatörlerin ya da otoriter yöneticilerin iktidara gelmelerinde alt sınıfların desteği etkili olmaktadır. Alt sınıfların kendileri ile çıkarları uyuşmayan, asla da uyuşmayacak olan sömürücü/egemen sınıfların politik temsilcilerinin iktidara taşınmasındaki rolleri nasıldır? Söz konusu süreçlerin dinamikleri nasıl oluşmakta ve işlemektedir?
Alt sınıfların devlete (sisteme) egemen olan sınıflara desteklerinde onay ve rıza üretme araçları etkili olmaktadır. Aile, eğitim/okul, din, kitle iletişim araçları, sanat, edebiyat Marksist düşünür Althusser’e göre devletin ideolojik aygıtlarını oluşturmaktadır. Devlet ideolojik aygıtları (silahları) aracılığıyla egemen ideolojileri üretmekte, benimsetmekte ve yeniden üretmektedir. Althusser, dini, devletin en önemli ideolojik aygıtlarından biri olarak değerlendirmektedir. Özellikle Müslüman toplumlarda devletlerin ideolojik aygıtları aracılığıyla itaat üretmeye çalıştıkları dikkate alınmalıdır. Bu bağlamda din, devlet ve ona egemen olan güçler açısından etkin bir hegemonya aracıdır.
Devletin ideolojik silahlarının bu derecede etkili olmasında kapitalizmin sistematik sonucu oluşan yabancılaşma olgusunun da tamamlayıcı etkisi bulunmaktadır. Yabancılaşma, kontrolden çıkmış, aşırı zenginlik ve yoksullukla kutuplaşmış, insanların kendi ürettikleri tarafından tehdit edildiği, insanların birbirlerinden bireysel olarak ayrıştığı, sınıf, ulus, ırkçılık, cinsiyetçilik ve dinsel nefret tarafından bölündüğü bir dünya yaratır. Yabancılaşmış emek dünyayı anlama yeteneğimizi temelden etkiler. Özetle, yabancılaşma bir anlamda günümüzün dünyasını üretir.
Marks’a göre bireyin bilinci toplum ve özellikle ekonomik sistem tarafından belirlenmektedir. Devletin ideolojik aygıtları devreye girerek emekçi kesimin bilincini köreltmektedir. Burada öne çıkan görev sınıf bilincine sahip olmak ve buna dayalı olarak rıza üretim araçlarını etkisiz kılmaktır. Egemen sınıfların otoriter yönetimleri demokrasi adı altında kitlelere kabul ettirmesine olanak sağlanmamasıdır. Yazının başında verdiğimiz örnek yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde gerçekleşmiş olmasına karşın, günümüzde dahi otoriter hatta faşizan yönetimlerin benzer şekilde kitle desteği ile iktidara gelebildikleri görülmektedir. Demokrasi olarak kitlelere sunulan bu aldatmacayı boşa çıkarmanın yolu işçi sınıfı ideolojisinin öncülüğünde sağlam bir bilinç yapısı ve buna uygun örgütlenme, politik yapı ile yanıt verilmesidir.