*Bu yazı, Cüneyt Bender tarafından Johann Hari’nin The Guardian’da yayımlanan makalesinden çevrilmiştir.
Kaynak: Vesaire
Vaftiz oğlum Adam, dokuz yaşındayken, Elvis Presley’e yönelik kısa süreli ama acayip yoğun bir saplantı geliştirdi. “Jailhouse Rock” şarkısını, Kral’ın pest mırıldanmalarını ve kıvırmalarını olduğu gibi taklit ederek, yüksek sesle söylemeye başladı. Bir gece, onu uyuturken, içtenlikle bakıp sordu: “Johann, beni bir gün Graceland’e götürür müsün?” Fazla düşünmeden evet dedim. İşler ters gidene kadar da hiç üstünde durmadım.
On yıl sonra, Adam kayıplara karışmıştı. 15 yaşında okulu bıraktı, uyanık olduğu bütün zamanı boş gözlerle ekranlar arasında gidip gelerek harcadı: Youtube’dan WhatsApp’a, oradan da pornoya (mahremiyetini korumak için adını ve bazı ayrıntıları değiştirdim). Sanki Snapchat hızıyla pır pır edip duruyordu, durağan veya ağırbaşlı şeyler merakını hiç celbetmiyordu. Adam’ın koca adam olduğu son on yılda bu zihinsel kırılmayı artık çoğumuz yaşıyor gibiydik. Dikkat becerimiz çözülüyor, parçalanıyor. 40 yaşına yeni bastım, bizim kuşak artık nerede olursa olsun odaklanma kapasitesini kaybetmenin yasını tutuyor. Hâlâ bir yığın kitap okuyorum, ama yıllar geçtikçe sanki aşağı inen yürüyen merdivende yukarı doğru koşturuyormuşum gibi geliyor. Bir akşam kanepede uzanmış, durmadan çığlıkların yükseldiği ekranlarımıza dalmışken Adam’a bakıp biraz endişelendim. Yavaşça “Adam, hadi Graceland’e gidelim,” dedim. Verdiğim sözü hatırlamıştım. Bu kendimizi uyuşturma rutininin dışına çıkma fikrinin onda bir şeyleri tetiklediğini görebiliyordum, ama yalnızca bir şartla gidebileceğimizi söyledim. Telefonunu gezi boyunca kullanmayacaktı. Öyle yapacağına yemin etti.
Graceland’e vardığınızda, size etrafı göstermekle yükümlü insanları artık göremiyorsunuz. Elinize bir iPad tutuşturuluyor, kulaklıklarınızı takıyorsunuz, ne yapmanız gerektiğini iPad’den dinliyorsunuz: Sola dön, sağa dön, dümdüz yürü. Hangi odaya girerseniz girin, bulunduğunuz yerin fotoğrafı anlatıcı etrafı betimlerken ekranda beliriyor. Anlayacağınız, etrafta dolaşırken alık bir ifadeyle ekranlarından gözlerini neredeyse hiç ayırmayan insanlarla çevriliydik. Yürüdükçe, gerildim de gerildim. Orman Odası’nda (Elvis’in malikanesinde en sevdiği oda), yanımdaki orta yaşlı adam bir şeyler söylemek için karısına döndüğünde iPad hâlâ gevezelik ediyordu. Elvis’in odayı bir ormana benzetmek üzere satın aldığı yapay bitkiler önümüzde duruyordu. Yanımdaki adam “Canım, bu inanılmaz bir şey. Baksana,” dedi. iPad’i karısına doğru çevirip parmağını ekran üzerinde oynatmaya başladı: “Sola kaydırırsan, Orman Odası solda kalıyor. Sağa kaydırırsan da sağda kalıyor.”
Karısı baktı, gülümsedi ve kendi iPad’inde ekranı kaydırmaya başladı. Öne doğru eğilip şöyle dedim: “Beyefendi, ekran kaydırmanın eski usulünü de deneyebilirsiniz. Yani kafanızı çevirebilirsiniz. Zaten buradayız, Orman Odası’ndayız. Odayı aracısız da görebilirsiniz. İşte, bakın.” Elimi sallayınca, yapay bitkinin yeşil yaprakları hışırdadı. “Bakın,” dedim. “Görmüyor musunuz? Gerçekten buradayız. Ekrana ihtiyacınız yok. Orman Odası’ndayız.” Aceleyle uzaklaştılar. Olan bitene gülmek üzere Adam’a döndüm, ama odanın köşesinde ceketinin altına sakladığı telefonuyla Snapchat’e göz atıyordu.
Gezinin hiçbir aşamasında sözünde durmamıştı. İki hafta önce uçağımız New Orleans’a iner inmez henüz koltuklarımızda otururken telefonunu cebinden çıkardı. “Kullanmayacağına söz verdin,” diye hatırlattım. “Kimseyi aramayacağımı kastetmiştim. Snapchat’i ve mesajlaşmayı da kullanamam tabii ki,” diye yanıtladı. Bunu, sanki 10 günlüğüne nefesini tutmasını istemişim gibi, afallamış bir dürüstlükle söyledi. Orman Odası’nda ani bir hareketle telefonu elinden almaya yeltendiğimde kaçarak uzaklaştı. O akşam onu Heartbreak Hotel’de buldum, dev bir gitar şeklindeki havuzun yanında üzgün bir ifadeyle oturuyordu. Öfkeyle yanına çöktüğümde, aslında ondan çok kendime öfkelendiğimi biliyordum. Yaşadığı odaklanma derdinden ben de mustariptim. Dikkatimi toplama becerimi yitiriyordum ve bundan nefret ediyordum. Adam, telefonunu elinde sıkıca tutarken “Yanlış yaptığımı biliyorum,” dedi. “Ama nasıl düzeltebileceğime dair hiçbir fikrim yok.” Sonra mesajlaşmaya devam etti.
Ona ve birçoğumuza gerçekten ne olduğunu anlamam gerektiğinin artık farkına varmıştım. O an, dikkate ilişkin düşüncelerimi bütünüyle değiştirecek bir yolculuğun başlangıcı olacaktı. Sonraki üç yıl boyunca Miami’den Moskova ve Melbourne’a kadar dünyanın dört bir yanını dolaştım, odaklanma alanında dünyanın önde gelen uzmanlarıyla görüştüm. Öğrendiklerim, beni dikkat konusunda her neslin yaşlandıkça yaşadığı türden olağan bir endişeyle karşı karşıya olmadığımıza ikna etti. Ağır bir dikkat krizinin, yaşam tarzlarımız üzerinde büyük etkiler bırakan bir krizin içindeyiz. İnsanların dikkat kesilme becerisini azaltan kanıtlanmış on iki etken bulunduğunu, bu etkenlerin çoğunun son birkaç on yılda (bazen çarpıcı biçimde) şiddetlendiğini öğrendim.
Portland’a çocukların dikkat sorunları konusunda dünyanın önde gelen uzmanlarından biri olan Prof. Joel Nigg ile görüşmek üzere gittim, bana artık “dikkat bakımından patojenik bir kültürü”, yani sürekli ve yoğun dikkatin hepimiz için daha zor olduğu bir ortamı geliştirip geliştirmediğimizi sormamız gerektiğini anlattı. Kültürümüz onun sorumluluğunda olsaydı ne yapacağını sorduğumda, insanların dikkatini fiilen harap etmek istediğini söyledi: “Muhtemelen içinde yaşadığımız toplum ne yapıyorsa onu yapardım.” Dikkatimizi dağıtabilen temel etkenler üzerinde çalışmış Fransız biliminsanı Prof. Barbara Demeneix ise açıkça şunu söyledi: “Günümüzde normal bir beyne sahip olmamız imkansız.” Etkilerini baktığımız her yerde görebiliyoruz. Bir grup üniversitesi öğrencisiyle yapılan bir araştırma, öğrencilerin ortalama dikkat süresinin 65 saniye olduğunu ortaya çıkardı. Ofis çalışanlarıyla yapılan bir başka araştırmada ise dikkat süresinin ortalama üç dakika olduğu belirlendi. Odaklanma becerimizi kaybediyoruz, çünkü hepimiz zayıf iradeli bireylere dönüştük. Dikkatiniz dağılmadı, çalındı.
Graceland’den döndüğümde, bireysel açıdan yeterince dayanıklı olmadığım ve telefonum tarafından ele geçirildiğim için dikkatimin dağıldığını düşünüyordum. Karamsar düşüncelerin girdabına kapılmıştım, kendimi ayıplıyordum. Kendi kendime zayıfsın, tembelsin, disiplinsizsin diyordum. Bana kalırsa çözüm belliydi: Daha disiplinli olmalı, telefonu aklımdan çıkarmalıydım. Bu nedenle internete girip kendime Cape Cod’un ucunda, Provincetown’da sahil kenarında küçük bir oda ayırttım. Zafer kazanmış gibi herkese duyurdum: Üç ay boyunca akıllı telefon veya internete bağlanabilecek bir bilgisayar olmadan yaşayacaktım. Artık yetti. İnternete bağlı olmaktan bıktım. Yapabileceğimi biliyordum çünkü şanslıydım, önceki kitaplarım sayesinde biraz para kazanmıştım. Uzun vadeli bir çözüm olamayacağını da biliyordum. Yaptım, çünkü yapmasaydım derinlemesine düşünme yeteneğimi kaybederim sandım. Ayrıca her şeyi bir süreliğine geri alırsam, hepimizin daha sürdürülebilir biçimde uygulayabileceği değişimleri görmeye başlayabilirim diye umdum.
İnternete girmediğim ilk haftada, omuzlarımdaki yükün kalkmasıyla biraz bocaladım. Provincetown, ABD’deki en yüksek eşcinsel çift oranına sahip küçük bir tatil beldesi. Orada cupcake’ler yedim, kitaplar okudum, yabancılarla konuştum, şarkılar söyledim. Her şey bütünüyle yavaşladı. Normalde saat başı haberlere bakarım, yani endişe uyandıran gelişmeleri damardan alırım ve bir anlam kazanabilmeleri için paramparça etmeye çalışırım. Bunun yerine günde bir kez basılı gazete okumakla yetindim. Birkaç saatte bir o yabancı his içimde gürüldeyip durunca kendime şunu soruyordum: Nedir bu? Ah, evet. Sükûnet.
Ancak uzmanlarla görüştüğümde ve dikkatimin daha ilk günden nasıl iyileştiğine dair birçok sebep olduğunu gösteren araştırmaları okuduğumda olan biteni anladım. Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nde nörolog olarak görev yapan Prof. Earl Miller bu sebeplerden birini bana açıkladı. “Beyniniz,” bilinçli zihninizde her defasında “yalnızca bir veya iki düşünce üretebilir,” dedi. Bu kadar. “Fazlasıyla tek fikirliyiz. Çok sınırlı bir bilişsel kapasiteye sahibiz.” Ama muazzam bir yanılgıya kapılmış haldeyiz. Ortalama bir genç artık aynı anda altı farklı medya türünü takip edebileceğine inanıyor. Nörologlar bunu araştırdıklarında aynı anda birden fazla iş yapabileceğine inanan insanların yalnızca hızlı hareket ettiklerini ortaya çıkardılar. “Bir ileri, bir geri gidiyorlar. Geçişleri fark etmiyorlar, çünkü beyinleri kusursuz bir bilinç deneyimi sağlamak üzere bir anlamda meseleyi sumen altı ediyor. Oysa aslında yaptıkları şey beyinlerini anbean, görevden göreve açıp kapamak ve yeniden yapılandırmaktır, bunun da bir bedeli vardır.” Mesela kendinizi vergi beyanında bulunurken hayal edin. O sırada bir mesaj alıyorsunuz ve mesaja bakıyorsunuz (üç saniyelik kısa bir bakış), sonra yeniden vergi beyanına dönüyorsunuz. Prof. Earl Miller, o anda “bir işten diğerine geçerken beyninizin yeniden yapılanması gerekir,” diyor. Daha önce ne yaptığınızı, yaptığınız işle ilgili ne düşündüğünüzü hatırlamak zorundasınız. Bu olduğunda, araştırmalarda edinilen bulgulara göre, “performansınız düşüyor, yavaşlıyorsunuz, hepsi de bu geçişin bir sonucu.”
Buna “geçiş bedeli etkisi” deniyor. Yani çalışırken mesajlarınıza baktığınızda, hem mesajlara bakmak için harcadığınız kısacık anları hem de daha sonra yeniden odaklanmanız için gereken zamanı kaybediyorsunuz, bu da muazzam bir kayıp. Örneğin, Carnegie Mellon Üniversitesi’nin insan-bilgisayar etkileşimi laboratuvarında yapılan bir araştırmada 136 öğrenci bir deneye tabi tutuldu. Deney sırasında bazıları telefonlarını kapatmak, diğerleri de açık tutarak belirli aralıklarla mesajlar almak zorundaydı. Mesaj alan öğrenciler, ortalama yüzde 20 daha kötü performans gösterdi. Bana öyle geliyor ki, hemen hemen hepimiz artık mütemadiyen beyin gücümüzün yüzde 20’sini kaybediyoruz. Prof. Earl Miller, nihayetinde artık hepimizin “bir bilişsel yıkım felaketinin” ortasında olduğumuzu söylüyor.
Princetown’da, uzun zamandan beri ilk kez, hiç bölünmeden aynı anda yalnızca bir işle uğraşıyordum. Beynimin gerçekten kaldırabileceği sınırların içinde yaşıyordum. Dikkatimin her gün daha da arttığını ve geliştiğini hissediyordum, sonra birdenbire gelişen bir aksilik yaşadım. Sahilde yürüyordum ve birkaç adımda bir Graceland’e gittiğimden beri beni rahatsız eden şeyi görüyordum. İnsanlar, Provincetown’u sadece selfie’ler için bir fon olarak kullanıyor, okyanusa veya birbirlerine neredeyse hiç bakmıyorlardı. Fakat bu kez içimden “Hayatlarınızı mahvediyorsunuz, kaldırın şu Allah’ın belası telefonları!” diye değil, “Verin şu telefonu bana!” diye bağırmak geliyordu. Uzunca bir süre, birkaç saatte bir internetin cılız ama ısrarlı sinyallerini, bir görünüp bir kaybolan “seni görüyorum, sen değerlisin,” diyen beğenilerin ve yorumların seslerini duymuştum. Artık hiçbiri yoktu. Simone de Beauvoir, ateist olduğunda dünyanın sanki sesini yitirdiğini söylemişti. İnterneti kaybetmek de bana öyle hissettirdi. Sosyal medyanın retorik hararetinden sonra sıradan sosyal etkileşimler memnun edici ama kısık sesli geliyordu. Olağan sosyal etkileşimler sizi kalplere boğmuyor.
Dikkatimi iyileştirmek için dikkat dağıtan şeyleri ortadan kaldırmanın yeterli olmadığını anladım. Bu, önce kendinizi iyi hissetmenizi sağlıyor, ama sonra bütün gürültünün olduğu yerde bir boşluk yaratıyor. Bu boşluğu doldurmam gerektiğini biliyordum. Bunu yapmak için de yıllar önce öğrendiğim psikolojik bir kavram olan akış halini daha çok düşünmeye başladım. Bunu okuyan herkes hayatının bir anında akış halini tecrübe etmiştir. Sizin için anlamlı bir şey yaptığınızda, yaptığınızın gerçekten değerini bildiğinizde zamanın akışı yavaşlar, egonuz sanki kayboluverir, kendinizi bütünüyle ve kolaylıkla odaklanmış halde bulursunuz. Akış, insanın varabileceği en yoğun dikkat hali. Peki, o hale nasıl ulaşacağız?
Daha sonra Claremont, California’da akış hallerini ilk çalışan ve araştıran biliminsanı Prof. Mihaly Csikszentmihalyi’yle görüştüm. Araştırması sayesinde akış haline girebilmeniz için üç temel etken olduğunu öğrendim. İlkin kendinize bir hedef belirlemelisiniz. Akış, kasıtlı olarak tek yöne dağıtılan tüm zihinsel enerjinizi alır. İkincisi, hedefinizin sizin için anlamlı olması gerekir. Umursamadığınız bir hedefe ilerleyemezsiniz. Üçüncüsü, yaptığınız şey ancak yeteneklerinizin sınırındaysa işe yarar. Mesela, tırmandığınız kayalar tırmandığınız son kayalardan biraz daha yüksekteyse ve sertse olur. Ben de her sabah yazmaya başladım, gerginliğe sebep olan önceki denemelerimden farklı bir yazma biçimiydi. Birkaç gün içinde her şey su gibi akmaya başladı, saatlerce odaklanmakta sanki hiç zorluk çekmiyordum. Adeta gençken yaptığım gibi uzunca süreler zahmetsizce odaklanabiliyordum. Beynimin iflas etmesinden korkmuştum. Doğru koşullarda bütün gücünün geri gelebileceğini anladığımda, ferahlayıp ağladım.
Batı dünyasının en mühim dikkat düşünürü haline gelen eski Google mühendisi James Williams, Moskova’da bana hayati bir hata yaptığımı anlattı. “Haftada iki gün sokakta gaz maskesi takmak nasıl hava kirliliğine çözüm olmuyorsa,” bireysel perhiz de buna çözüm olamaz. “Kısa bir süre için belirli etkileri hafifletebilir, ancak sürdürülebilir değildir ve sistemin sorunlarını düzeltemez.” Williams, dikkatimizin içinde yaşadığımız toplumda çok daha büyük istilacı güçler tarafından bütünüyle tahrip edildiğini söylüyor. Çözümün kendi alışkanlıklarımızı değiştirmekle mümkün olduğunu söylemek (mesela telefonunuzdan uzak durmaya karar vermek) sorumluluğu bireylere yıkmaktan ibarettir, diyor. Oysa “gerçekten fark yaratacak olanlar çevresel değişimlerdir.”
Prof. Joel Nigg, artan dikkat sorunlarımızı artan obezite oranlarımızla karşılaştırmanın neler olduğunu kavramama yardımcı olabileceğini söyledi. 50 yıl önce obezite diye bir sorun yoktu, ancak günümüz dünyasında artık bir salgın hastalığa dönüştü. Bunun nedeni birdenbire açgözlü olmamız veya rahatımıza düşkünlüğümüz değil. Nigg, “Obezite tıbbi değil, sosyal bir salgın. Berbat yemekler yiyoruz, şişmanlıyoruz,” diyor. Yaşam tarzımız kökten değişti. Besin kaynaklarımız değişti, yürüyemediğimiz veya bisiklete binemediğimiz şehirler inşa ettik, çevremizdeki bu değişimler bedenlerimizin de değişmesine neden oldu. Hep birlikte kütle kazandık. Nigg, dikkat becerimizin de benzer değişimleri yaşamış olabileceğini söylüyor.
Dikkatimizi zedeleyen etkenlerin hepsinin hemen kendini göstermediğini böylece öğrendim. Başta teknolojiye odaklanmıştım; oysa sebepler yediğimiz yiyeceklerden soluduğumuz havaya, çalıştığımız saatlerden artık uyumadığımız saatlere kadar çok daha geniş bir yelpazede toplanıyor. Çocuklarımızı oyundan nasıl mahrum bıraktığımızdan okullarımızın her şeyi sınavlara bağlayıp bizi anlamı kavramaktan nasıl uzaklaştırdığına kadar artık kanıksadığımız pek çok meseleyi içeriyorlar. Dikkatimizin böyle kesintisiz biçimde istila edilmesine iki düzeyde yanıt vermemiz gerektiğine inanmaya başladım. İlk düzey, bireysel. Kişisel düzeyde odağımızı korumak için yapabileceğimiz birçok değişiklik var. Çoğunu yaparak dikkat becerimi yaklaşık %20 oranında geliştirdiğimi söyleyebilirim. Ama herkesin aynı seviyede olması gerekir. Bireysel değişimler sizi ancak bir yere kadar götürür. Günümüzde sanki hepimizin üzerine kaşıntı tozu boca ediliyor, tozu dökenler de şöyle diyor: “Meditasyon yapmayı öğrenebilirsin, o zaman bu kadar kaşınmazsın.” Meditasyon faydalı bir araç ama önce üstümüze kaşıntı tozu döken insanları durdurmamız gerekiyor. Dikkatimizi çalan güçlerle mücadele etmek ve dikkatimizi geri almak için birleşmeliyiz.
Bu, size biraz soyut gelebilir ama birçok yerde bunu eyleme döken insanlarla tanıştım. Örnek vermem gerekirse, stres ve yorgunluğun dikkatinizi zedelediğine dair güçlü bilimsel kanıtlar var. Bugün, çalışanların yaklaşık %35’i, patronları günün veya gecenin herhangi bir saatinde kendilerine e-posta gönderebileceği için telefonlarını asla kapatamayacaklarını düşünüyor. Fransız işçiler bunun tahammül edilemez olduğuna karar verip hükümetlerine değişim yönünde baskı uyguladılar, artık yasal olarak “çevrimdışı olma hakları” var. Bu kadar basit. Çalışma saatlerinizi belirleme hakkınız vardır, bu saatler dışında patronunuz tarafından aranmama hakkınız da vardır. Bu kuralları çiğneyen şirketler büyük para cezaları alıyorlar. Dikkat becerimizin bir kısmını yeniden kazanmamızı sağlayabilecek böyle kolektif değişimlerden çokça var. Örneğin, sosyal medya şirketlerini ekranları kaydırmamızı sağlayarak dikkatimizi istila etmek üzere özel olarak tasarlanmış mevcut iş modellerini terk etmeye zorlayabiliriz. Bu siteler, dikkatimizi hack’lemek yerine iyileştirmek gibi farklı biçimlerde iş görebilirler.
Bazı biliminsanları dikkat konusundaki bu endişelerin, geçmişte çizgi romanlar veya rap müzikle ilgili endişelerle karşılaştırılabilir bir ahlaki panik olduğunu, bulguların da zayıf olduğunu söylüyorlar. Başkaları da bulguların yeterince güçlü olduğunu, bu endişelerin 1970’lerde obezite salgını veya iklim krizi hakkında erken uyarılara benzediğini aktarıyor. Mevcut belirsizliği göz önüne aldığımızda, kusursuz kanıtları bekleyecek zamanımız yok. Makul bir risk değerlendirmesi yaparak hareket etmeliyiz. Dikkatimizi etkileyen şeyler konusunda uyarıda bulunanların yanlışı çıkarsa, biz yine de onların önerdiklerini yaparsak, bedeli ne olur? Patronlarımız tarafından daha az taciz ediliriz, teknoloji tarafından daha az izlenip manipüle ediliriz. Hayatımızda her halükarda arzu edeceğimiz başka gelişmelere tanık oluruz. Peki, haklı çıkarlarsa ve dediklerini yapmazsak bunun bedeli ne olur? Eski Google mühendisi Tristan Harris’in bana söylediği gibi, büyük kolektif krizlerle karşı karşıya kaldığımız ve ona her zamankinden daha fazla muhtaç olduğumuz böyle zamanlarda dikkatimizden vazgeçerek insanlığı ıskartaya çıkarmış olacağız.
Ancak bu değişimlerin hiçbiri mücadele etmediğimiz sürece gerçekleşmeyecek. Feminist hareketin kadınların kendi bedenleri üzerindeki haklarını geri alması gibi (bunun için hâlâ mücadele etmeleri gerekiyor), artık zihinlerimizi geri kazanmak için bir dikkat hareketine ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Acilen harekete geçmemiz gerektiğine inanıyorum, çünkü bu kriz de iklim krizi veya obezite krizi gibi olabilir, ne kadar çok beklersek çözümü de o kadar zorlaşır. Dikkatimiz ne kadar zayıflarsa, dikkatimizi çalan güçlerle mücadele etmek için kişisel ve politik enerjiyi toplamak o kadar zor olacaktır. Bunun ilk adımı bilincimizin değişimidir. Kendimizi suçlamayı ya da patronlarımızdan ve teknoloji şirketlerinden yalnızca küçük düzenlemeler talep etmeyi bırakmalıyız. Zihinlerimiz yalnızca bize ait. Birlik olup, zihinlerimizi bizden çalan güçlerden geri alabiliriz.