“Plağın üzerindeki bir çizik bile bir bilinç dışına atılmış bir çentik gibi gelir bana. Mistik tarafı vardır. Dolayısıyla sürekli seni çağırması, çekmesi, içine alması ondandır biraz da. Nietzsche’nin “boşluğa çok bakma içine düşersin” lafı vardır. Bu da böyle çekiyor seni. Oyuncak veya plak beni hipnotize eden bir şey.”
“Ben hep böyle bir dükkan olsun, o dükkana gideyim, oyuncak alayım, çizgi roman alayım, bulamayacağım tuhaf malzemeleri bulayım diye hayal ederdim. Böyle bir yerde zaman geçirmek isterdim. Bir de benim gibi olan birkaç manyak da bulursam oturup biraz laklak yapayım. Nitekim dükkan bir şekilde kendi adıma bu açığı kapattı.”
“Siyasi varlık olarak kendini göstermeme, özne problemiyle ilgili aslında. Bireysel bir şey değil toplumsal bir şey aslında. Toplum alanında bir kimlikle varoluyoruz. Biz birey değiliz. Toplum alanına girdiğin anda toplum sana kimlik verir. Ve sen o kimlikle orada barınırsın. Toplumdan çekildiğin anda özel alana girdiğimiz zaman birey olmaya başlarsın. Kimlikten bezme, kurtulma, birey olarak orada varlık göstermeme haliyle çok fazla alakası var koleksiyonculuğun.”
“Bilinç dışının kusmaları bunlar. Bilinç dışı kusmaları olduğu sürece avangart her zaman var olacaktır. Bir akım olarak atfetmek gerekir mi de emin değilim. Avangardın ölmesi diye bir şey olmaz yani.”
“Gelecekten ziyade şimdiyi konuşmamız lazım. Şimdi iyi miyiz yani? İyi değiliz bence. Ve şimdi iyi olmadığımız için bu geleceği de etkileyecek. Ben umutsuz muyum umutsuzum. Korkunç bir umutsuzluk var.”
Lefkoşa Surlariçine yolu düşenler veya oralarda sıkça vakit geçirenlerin gözüne ilişmesi kaçınılmaz olan bir mekan.
İçinde oyuncaklardan plaklara, eski fotoğraflardan, kartlara, antika şapkalardan tarihin tozu üzerlerinden silinmeyen acayip eşyalara kadar çeşit çeşit koleksiyon malzemesi bulabileceğinizi bir yer.
Daha önce Uray Sokak’ın çarşıya taraf köşesinde olan, şimdilerde Bandabuliya’nın içine taşınan bir koleksiyoncu dükkanı.
Ve bir koleksiyoncu, aynı zamanda da yayıncı. Kendi ifadesiyle “devası mümkün olmayan hastalık’tan muzdarip biri…
Tabii ki Halil Duranay’dan ve Fantastic Word of Mr. Hippo’dan bahsediyoruz.
Halil ile Lefkoşa, Bandabuliya’da kasapların arasındaki bir dükkanda, Hippo’da daha doğrusu Fantastic Word of Dr. Hippo’da buluşuyoruz ve gündelik hayatın sıkıntısından kısa bir süreliğine de olsa uzaklaşıp başka boyutlara geçiyoruz…
Kemerlerinizi bağlayın… Uçuyoruz…
Halil Duranay ile koleksiyonculuk, yayıncılık, varoluş ve kriz üzerine lafladık.
Röportaj: Hasan Yıkıcı
Nerden nereye koleksiyonculuk?
Küçüklükten beri oyuncağa karşı bir ilgim vardı. Oyuncaklarımı hiç atmazdım. Zaafım olan bir şey oyuncak. Keza çizgi roman da aynı şekilde. Üç kuruş para bulsam hemen çizgi roman veya oyuncağa harcardım. Oyuncakta şanslıydım. Babam bir kooperatifin dev bir fabrikasında işçi olarak çalışıyordu. O kooperatif muazzam oyuncaklar getirirdi. Türkiye’de 1990’larda kimsenin göremeyeceği oyuncakları ben görüyordum. Kimse de oyuncak almıyordu. Babamın da oyuncaklara ilgisi vardı aslında. Hoşuna gidiyordu. Dolayısıyla 90’larda muazzam oyuncaklara sahip olmuştum. Ninja kaplumbağaların birinci nesillerinden tut da aklıma şu an gelmeyen bir sürü şey vardı.
Oyuncak koleksiyonunuzda kaç parça var?
Kendi koleksiyonumda da 600’e yakın tam parçalık oyuncak var.
Oyuncak dışında başka neleri biriktiriyorsunuz?
Temel olarak oyuncak koleksiyonum var, farklı kültürlere dair parçalar-kartlar topluyorum, fonograf silindirleri koleksiyonum var, plak koleksiyonum var, küçük bir de çizgi roman koleksiyonum var. Öyle arada koleksiyon diyemeyeceğim, mesela 15-20 parçalık nadir kitaplar da var. 18. yy baskılarını topladığım felsefe kitapları var gibi. Fakat koleksiyonumun temeli oyuncak ve plaktır ama.
Koleksiyonuculuğu bilinçli olarak yapmaya ne zaman başladın, bunun ne zaman farkına vardın?
Bilinçli koleksiyonculuğa aslında kitapla başladım. Lisenin ilk zamanlarında okültizm meselelerine merak sarmıştım. Okültizmle ilgili türkçe basılı kaynakları toplarken oradan bir yol açıldı. Eski kitapları toplama mikrobu bulaştı. Edebiyat toplamaya başladım, felsefe ve tarih topluyordum. Bilinçli olarak lise döneminde başlamış bir şey diyebiliriz.
Bir de 1999 depreminden sonra ağır zaiyat yaşadık. Bizim yaşadığımız ev yıkılmadı ama yaşama izni olmadığı için prefabrik eve sıkıştık. Boş bir tarlada prefabrik evler vardı orada kalıyorduk. Daha çok dar alanlarda 1-2 sene geçirmek zorunda kaldık. Dolayısıyla sosyalleşme alanımız çok küçüldü. Okulla ev arasına sıkıştı hayatımız. Ve o dönem bu koleksiyon işine sığındım aslında. Müzik ve koleksiyon yapmak. 99 depremi lisenin ilk zamanına denk gelmişti ve o dönem psikolojik travmayı bir şeyler toplayarak atmaya çalışım. Koleksiyonculukta genelde bilinç dışında bir şey vardır. Sanırım en büyük tetikleyicisi de deprem oldu. Bir şeyleri toplamak ile müzik yapmaya sığındım.
Bir insan neden koleksiyon yapma ihtiyacı hisseder?
Bence bir arzu meselesi bir şeyleri tatmin etmekle ilgili.
Ama ikimizde çok iyi biliyoruz ki koleksiyonculukta tatmin diye bir şey olmuyor çoğu zaman. Bir nevi sonu yok…
Zaten olayı o. Sonsuza dek sürecek bir şey. Bir orgazm yaşatmıyor sana.
Hastalık gibi
‘Devası mümkün olmayan hastalık’ der buna eski koleksiyoncular. Bir şekilde ben de tam tanımlayamıyorum. Psikolojik çözümlemesini yapmak çok kolay değil.
Daha çok Marx’ın meta fetişizmi kavramıyla ilgili olabilir. Marx’ın orada anlattığı objelerin o değeri aldığı, geçirdiği bir süreç vardır. Bütün bu değer sürecini bir ilişki olarak görülür. Ve o metadaki sürecin kendisinin bir mistik boyutu vardır aslında. Sermaye oluştururken arzuyu da üretir.
Eşyanın bir tılsımı vardır. Plak da buna dahil. Bir kaç kişiden geçiyor. Bir sürü varlığın izi vardır.
Üzerinde hikayeler toplanmıştır mesela
Plağın üzerindeki bir çizik bile bir bilinç dışına atılmış bir çentik gibi gelir bana. Mistik tarafı vardır. Dolayısıyla sürekli seni çağırması, çekmesi, içine alması ondandır biraz da. Nietzche’nin “boşluğa çok bakma içine düşersin” lafı vardır. Bu da böyle çekiyor seni. Oyuncak veya plak beni hipnotize eden bir şey.
Koleksiyonun değeri para ile ölçülecek bir şey değil. Dikenli tel, hurda kapı demiri, hurda anahtar toplayan insan da var. Buradaki değer objenin maddi değeri ya da ona yatırdığın para değildir. Bununla ölçemezsiniz bu değeri. Onun değeri, insan hayatında neyi doldurduğu, insanın varlık boşluğunda ne kadar yer kapsadığıdır.
Koleksiyonculara baktığımızda hepsinde gördüğümüz şey saplantılı bir şeyleri topladıkları ve arından da bir zaman sonra satmalarıdır. Bu da ilginçtir. O kadar kendini adadığın bir şeyi nasıl satabilirsin? Çünkü artık o tatmin aşaması yaşamıştır.
Ben hala satıyorum. Bir şeye çok saplandığım, satamayacağım dediğim şeyler var mı, var. Dokunulamayacak kutsallarım vardır. Odam var. Bir de kabin var. O kabinin içinde manevi değeri yüksek objeler var. Ekonomik bir değerden bahsetmiyoruz. Onları satmama. Öldükten sonra ne olacak bunlar diyorlar. Paraya çevir diyorlar. En büyük hayalim vasiyetim, ben öldüğümde eski krallar gibi eşyalarımla birlikte gömmeleridir. Koleksiyonumla birlikte… (gülüyor)
Belki de bir yerden sonra satmak lazım. Objenin ömrünü uzatırsın. Sende kalmaz bir 20 yıl da başkasında kalsın. Gezsin, serüvenini devam ettirsin.
Objenin gezmesi, serüvenine devam etmesi bir yadan da o arzuyu canlı tutmak ve bulaştırmak gibi bir şey aslında.
Bir yerde sürekili kapatarak, onu hapsetmeye hakkın da yok zaten. Bir şeyin zamanı geldi mi kendi gider. Plaklarımı satarken de o artık kendisini gösteriyor zaten. O diyor artık benim vadem doldu gönder beni” Onun yerine başka bir şey geliyor işte.
Biraz da Hippo’dan konuşalım. Hippo’nun hikayesi ne?
Hippo oyun oynarken ortaya çıkan bir şey. Aslında bir mantığı da yok. Nazar’ın fikriydi. Hippo, hippiyi çağrıştırıyor, sonra hipsterliği çağrıştırıyor, hip kültürünü çağrıştırıyor. Hayvan olarak da sevdiğim bir hayvandır. Ve sonuçta ‘Hippo’ olarak ortaya çıktı. Sonra da ekstra olarak Fantastic World of Dr Hippo yaparak bir eğlenceğe döndürdük.
Boş bir dükkan bulup “hadi böyle bir şey yapsak mı acaba?” zaten elimizde de malzemeler var gibisinden yola çıktık. Ada’da bunun eksikliği var dedik. Sonra Yetin ve Nazar bir şekilde geri durmaya başladılar. Bana kaldı tamamen. Bu sefer ben yapmak istediğim şeye döndürdüm işi. Ortaklarıma da bunu ilk defa itiraf etmiş olayım. Ben hep böyle bir dükkan olsun, o dükkana gideyim, oyuncak alayım, çizgi roman alayım, bulamayacağım tuhaf malzemeleri bulayım diye hayal ederdim. Böyle bir yerde zaman geçirmek isterdim. Bir de benim gibi olan birkaç manyak da bulursam oturup biraz laklak yapayım. Nitekim dükkan bir şekilde kendi adıma bu açığı kapattı.
Bir de hala süren yayıncılık hikayesi var, Kült Neşriyat…
Yayıncılıkta da aynısı oldu. 2010’da Gonzo Corpus’u başlattığımızda yayınevi fikri de vardı. “Keşke şu kitaplar basılsa” diyoruz. Neden bu alan boş diyoruz. O dönem çoğu insan bize “bunar basılmaz, satılmaz” diyordu. Kült de bu şekilde Don Kişot vari bir başlangıç oldu aslında. 2011’in sonunda başlattık. 2012’de ilk kitabı bastık. İlk kitap da Minimal Şiirlerdi. Hem okur olarak, hem kitap koleksiyoncusu olarak, hem de avangardı seven insanlar olarak bir şekilde boşluğu doldurmaya yönelik bir adım oldu Kült Neşriyat.
İkisi de karın doyurmuyor ama…
İkisini de iş olarak görmüyorum, karın doyurmuyor çünkü. Bir şekilde açığı dolduruyor, başka türlü bir tatmin veriyor. Bir de senin gibi o hastalığı paylaştığım insanlarla vakit geçiriyor, bir şeyler paylaşmıyoruz.
Bir şeyi paylaşmak çok önemli bir şey. Ben bunun kıtlığını birçok şeyde yaşadım. Bir figürü aldığımdaki yaşadığım heyecanı kolay kolay biriyle paylaşamadığım zamanlar oldu. O heyecanı paylaşmak önemli bir şey.
Paylaşmak aslında bir yandan da o hastalığı da körükleyen bir şey.
Tımarhanede tek olmadığını başkalarının da olduğunu görüyorsun çünkü. O yüzden tımarhane açık kalır. Bu işin en büyük krizi koleksiyon büyüdükçe rafineleşmeye başlaması. Rafineleşmeye başlayınca da malzeme bulman zorlaşıyor. Mevcut bulabileceğin belli aşamaları geçtiğin zaman zaten senin aradığın set nadirleşiyor. Nadirleştikçe de kendi arayış alanını genişletmek zorunda kalıyorsun. Mevcut habitat sana yetmiyor. Ya başka ülkeye gitmek zoruda kalıyorsun ya da internete saldırıyorsun. Ya da en iyisi başka hastaları buluyorsun. Çünkü bu işte çok fazla değiş tokuş da olur. Koleksiyonculuktaki takas kültürünü de çok severim.
Kıbrıs’ın kuzeyinde bu hastalıktan muzdarip insanlar bir ortam, sosyal ilişkiler ağı oluşturabilir mu?
Sosyal anlamda çok insan yok. Kıbrıs’ın kuzeyi ölçeğinde ciddi koleksiyonu olan insanlar var. Ama o koleksiyonunu bir şekilde sosyal olarak paylaşıma açma hevesi yok. Koleksiyoncular kıskançtır. Bunu kabul etmek gerek. “Vay be onda bu varmış” deyip kıskanırsın ama tatlı bir kıskançlıktır bu. Yada tatlı bir rekabeti vardır bunun. Mezat kültürlerinin çıkması belki de bu tatlı rekabetten kaynaklıdır.
Bir çeşit kapalı tutma veya saklama durumu da var. Mesela plak koleksiyonu yapanların eşlerinden gizlice, aldıkları plakları gizleyerek eve soktuklarını hatta sakladıklarını da biliyoruz. Hatta bunu yapıyoruz da…
Bana kalırsa bir korkudur bu. Saplantılı derecede bir objeye arzu duyan 70-75 yaşında insanlar var. Fakat eşi mesela bundan nefret edebilir. Çocukları bundan tiksinebilir. Dolayısıyla arzusun bastırmanın bir yöntemi olarak onu saklar. Yani ben bagajda eşya saklayan çok insan bilirim. Veya evin dolaplarına kilitleyen. Bu konuda yalan söyleyemem. Ben de yaptım. Diğer yandan bir sınırı olmalı. Milyarların yoksa eğer sınırlı yapmak zorudasın bu işi. O sınır da işin tadını kaçıran kısmı. Rafineleştikçe daha değerli olanı almak istiyorsun ama fiyatı doğru orantılı artıyor. Hele şu kriz dönmelerinde imkansız.
Kriz nasıl etkiliyor, mesela senin gibi bir koleksiyoncuyu.
Benim sabit bir bütçem yok. Cebimdeki son otuz TL’yi harcadığım da oldu, borçla aldığım da oldu. Vade ile aldığım da oldu ya da elime geçen bir parayı komple yatırıp aldığım zamanlar da oldu. Bunun böyle bir aritmetiği yok. Bir şeyi çok istediğimde bunun bir yolunu buluyorum. En kötü elimdeki bir şeyi satarak karşılıyorum.
Krizin etkisini hissetmeye başladık. İnternetteki mezatlara katılmaktan vazgeçtim ilk olarak. Otuz lira bile verirken temkinli davranıyorum. Dükkan desen zaten ciddi bir ticari döngüsü yok. Zaman geliyor bazen 1 ay boyunca hiçbir şey satılmaz burada. O yüzden “ben kazanıyorum harcıyorum” diye bir durum da yok. Hayat çok zor artık. Son zamanlarda da iyice hissediyoruz. Bu aşamada benim başvurabileceğim şeylerden biri de koleksiyonumdan vazgeçebileceğim bir şeylerden kurtulmak. Ki istediğim bir şeyleri alabileyim.
Konuştuk ama vazgeçebilmek kolay mı? İçin hiç mi acıyor bir şeyi elinden çıkarttığında?
Br kere sattın mı arkası geliyor. Bundan yıllar evvel fonograf koleksiyonu başlattığım zaman bir yerden bir fonograf buldum. Yanında da bir sürü fonograf silindiri. Müthiş bir şey. Belki de şu an adadaki tek fonografa ben sahibim. Kuzeyde en azından başka biri yok. Kuzeyde fonograf silindiri tedarik edenler de benden tedarik ettiler. Yüklü bir fiyatı vardı fonografın. O dönem bir maaş bırakmam gerekiyordu. Çok da sevdiğim şeyler vardı koleksiyonumda. Sonra “o mu, bu mu” daha değerli diye düşündüm. Karının çok aç ve 50 TL paran var. İki tane çok sevdiğin yemek var önünde ikisi de 50 TL. Yarım porsiyon yarım porsiyon da olmaz. Ne yaparsın? Düşünürsün hangisininden daha fazla haz alcaksın ve ona göre seçim yaparsın. Orada da kendi koleksiyonumdan yine değerli şeyleri satarak alabildim fonografı da. Vazgeçebiliyor insan ama bir formülü yok. Çok önemli olan bir şeyi alt edebilecek bir başka önemli şeyin karşına çıkmasıyla insan vazgeçebiliyor belki de. Kriter bu. Paran yoksa da yapacak tek şey bu.
Koleksiyonculuk aslında düpedüz mülkiyet, özel mülkiyet ilişkisi üzerine sekilleniyor. Aynı zamanda biriktirmekten kaynaklı bir birikim süreci de var. Sermaye birikimi gibi. Sosyalizm veya anarşist bir toplumda yaşasaydık koleksiyoncu olur muydu? Veya öyle bir toplumda insan koleksiyon yapma ihtiyacı hisseder miydi?
Tamamen sömürgecilikle alakalı bir şey koleksiyonculuk asında. 17. yy’da tuhaflıklar kabinleri diye bir şey ortaya çıktı. Evlerin içinde burjuvaların sömürgelerden biriktirdikleri koleksiyonları içine koydukları kabinlerdi bunlar. Cabinet of Curiosities denilen “tuhaflıklar dolabı” gibi bir şey. Bir vitrin, sömürgenin keşfettiği kültürlerden elde ettikleri etnografik parçaların içine konduğu bir dolap. Bir yerden Yeni Zellandalı’nın kafatası, diğer yandan bir Afrikalı maskı veya mızrağı vs. Tamamen sömürgecilikle bağlantılı. Ve aynı dönemde müzecilik de başlar. Müzecilik de sömürgeyle alakalı bir şey. Hem kendi kültürünü toplamaya hem de dışarıdan gelen kültürü toplamaya başlıyor. Ve bir nevi de kültür kıyası yapıyor. Bana göre bir müze “bak benim kültürüm bu kültürden ne kadar üstündür” demenin bir göstergesi aslında. Kültürlerin sidik yarışı yani.
Öte yandan ilk özel sanat koleksiyonlarının oluşmaya başladığı dönemde aynı zamana denk gelir.
Dolayısıyla koleksiyonculuk sosyalizm içinde yer edinmesi mümkün olan bir şey değil aslında. Ama kültürü rezerv etmek, korumak önemli bir şey mi? O da bence önemli. Batılılara bakıyorum, orada koleksiyonculuk çok güçlü bir şey. Bit pazarları, antika dükkanları görüyorsunuz. İnsanların evine girdiğiniz zaman yedi jenerasyondan kalma şeyler görebilirsiniz. Koruduğunu görüyorsunuz bunu. Bu iyi bir şey. Kültürü rafineleştiren bir şey bu. Batı bunu beceriyor. Cabinet of Curiosities’den müzeye, oradan da özel sanat koleksiyonlarına kadar vardı bu iş. Bizim gibi Doğu Akdeniz, Orta Doğu toplumlarında bu yok. Biz eskidi mi atma eğilimindeyiz.
Bir de vintage, retro dalgası var. Daha çok nostalji arzunusuna hitap eden….
Bu bana çok popüler ve geçici bir şey gibi geliyor. Küresel bir dalga aslında. Eski gibi görünmek, o dönemin nostaljisini yaşamak. Koleksiyonda nostalji çok fazla yoktur. Nostalji vintagede olan bir şeydir. Ya da retroda. Popüler kültürün bir parçası bu. Koleksiyonu popüler kültürün bir parçası olarak görmüyorum asla. Çok daha spesifik bir şey. Plak mesela bir furyadadır. Başladı ve artık sonuna da geldik artık. Ama hastalıklı audioflyler ölene kadar yapacak bu işi. Senin plakla kurduğun ilişki popüler olmasınıdan ayrı bir şey. Seni tatmin eden bir şey var orada. Popüler olup olmaması önemli değil senin için.
Sence neden böyle bir tatmin ihtiyacına, veya boşluğuna sahibiz?
Siyasi varlık olarak kendini göstermeme, özne problemiyle ilgili aslında. Bireysel bir şey değil toplumsal bir şey aslında. Toplum alanında bir kimlikle varoluyoruz. Biz birey değiliz. Toplum alanına girdiğin anda toplum sana kimlik verir. Ve sen o kimlikle orada barınırsın. Toplumdan çekildiğin anda özel alana girdiğimiz zaman birey olmaya başlarsın. Kimlikten bezme, kurtulma, birey olarak orada varlık göstermeme haliyle çok fazla alakası var koleksiyonculuğun. Çünkü koleksiyonculuk kapalı bir devredir. Dönersin evine plaklarını açarsın silersin, temizlersin, o ritüeli yaşarsın. Onun hazzını yaşarsın sonra plağını koyarsın ve dinlersin. Siyasi bir retorikle de özdeşleştirilecek bir şey değil. Çık bağır çağır elinde megafonla, aklındaki bütün fikirleri söyle ikisi ayrıdır, tatminler aynı değildir. Koleksiyonculuk daha ayinsel bir şeydir çünkü. Sovyetlerde koleksiyoncular var mı bakmak lazım aslında. İllaki vardır. Oradaki toplumsal kimlikten bezmiş insanların kaçmak ihtiyacı vardır. Belki de bir imge koleksiyonudur olan. Şart değil meta olarak bir eyleri toplamak. Tarkovsky mesele bir imge koleksiyoncudur.
Avangart kitaplar basıyorsun, bugün avangarttan bahsetmek ne kadar mümkün, en azından bir gelecek tahayyülü yaratamadığız koşullarda…
Avangart çok modernist bir şey. Modernizmle varolmuş bir şey. Modernizmin içinde avangard olabilcek bir şeydir. Modernizmin bitmesi de imkansız olduğu için bana sorarsan avangard hiçbir zaman bitmedi. Dada var! Saçmalığı gördüğün her yerde dada var. Absürtlüğü, nihilizmi gördüğün her yerde Dada vardır. Bir tablo, bir şiir olarak görmene gerek yoktur illa. Karşımızda şu an çöp tenekesine bir sürü hayvan cesedinin atılması ve bizim şu an burada bu röportajı yapmamız da gerçek üstü bir manzaradır. Aslında çok bireysel ve bilinç dışıyla ilgili şeyler. Bilinç dışının kusmaları bunlar. Bilinç dışı kusmaları olduğu sürece avangart her zaman var olacaktır. Bir akım olarak atfetmek gerekir mi de emin değilim. Avangardın ölmesi diye bir şey olmaz yani.
Evet ölmedi ama dünyanın geleceğin bile muamma haline geldiği bir dönemde birinin çıkıp da avangart bir manifesto ilan etmesi veya bir kurtuluş ve gelecek vaat etmesi mümkün müdür?
Modernite olduğu sürece, hedef koyduğumuz sürecek –ecek/-acak’lı dil kullandığımız sürece gelecek tabiî ki olacak. Tabii o geleceği nasıl yaşayacağız ya da senin tahayyül ettiğin gibi bir gelcek mi olacak onun cevabını bulamayız. Yaşayarak göreceğiz. Kimse kendine kötü bir geleceği yediremez. Çok büyük bir umutsuzluk var. Umutsuzluk olduğu için de çok ciddi bir kaygı var. Çünkü umutsuzluk bekledikçe kaygı süreci artıyor. O kaygı süreci de şimdiyi çok fazla etkiliyor. Gelecekten ziyade şimdiyi konuşmamız lazım. Şimdi iyi miyiz yani? İyi değiliz bence. Ve şimdi iyi olmadığımız için bu geleceği de etkileyecek. Ben umutsuz muyum umutsuzum. Korkunç bir umutsuzluk var.
Bu umutsuzluk ve kaygı nereye evrilecek sence? Mikro politikaya, minör alanlara yoğunlaşmak lazım sanki artık.
Minör alanlarda varlık sürdürebiliriz. Aslında mesele siyasal değil ontolojik bir şey. 20.yy’da veya bugün yaşadığımız ayaklanmaların hiçbiri siyasi değil bence. Hepsi ontolojik, hepsi varlıkla ilgili bir şey. Varlık gösterme sorunuyla ilgili.
Bu siyasi bir sorun da değil midir?
Bence değil. Çünkü siyasi olmak dediğim şey o kimlikle özdeşleşmiş bir şey. Ontolojik olarak dediğim ey daha bireysel olan bir şey. Uzun süredir kimliksel şeyler beni ilgilendirmemeye başladı. Siyaset bana kalırsa kimliksel bir şey. Toplumsal alanda olma haliyle bir şey. Orada olmama seçeneğin var mı? Var. Kendini bir yere inzivaya kapayabilirsin. Hepimiz hayatlarının bir çoğunu evde ya da işten sonra koşa koşa eve giderek geçiyor. “Kapanayım o huzur alanına sığınayım” durumu var. Minör alan orası. Meyhane masasıda üç-dört arkadaş kendimizi iyi hissediyorsak veya burada Hippo’da bir şeyler paylaşabiliyorsak minör olan burasıdır. Önemli olan da bunu korumaktır. Veya Kült’ü korumak. Çünkü orada bir varlık gösteriyorsun. Burada nefes alıyoruz.