Daha biri ile birlikteykenden değil; çocukluğundan işlenir bir kadının beynine ‘bebek’. Oynaması için seçilen bolca ‘bebek’li oyuncaklardan başlar verilen mesajlar: “cinsiyetin kadınsa elinde bebek olmalıdır”. Çocuk yapılması gerekliliğinin normalleştirme sürecine evet ta çocukluktan başlanır. Hal böyleyken zorunlu seçmeli ders misali yapmak durumunda kalıyor insan bir çocuk. Bazısı 15inde, bazısı 25inde, bazısı 35inde…
Kız çocuklarının çocuklukları ‘anne’ rol modeli üzerinden şekillenirken çoğu ebeveynin yaptığı bunu destekleyip normalleştirmek olur. Ve yalnızca oyuncaklar değildir suçlanılması gereken. Uzun yıllar maruz kalınan medya ve medya dili de tam da bu işlevi üstlenen kanallardan biridir. Normalleştirilen medya dili bir bakmışız kendi dilimiz oluverir.
Örtük mesajlar kabaca ahlaklı olmayı, namuslu olmayı, itaatkâr olmayı öğretir ve pek çok açık mesajdan çok daha etkili bir güce sahiptir. Örneğin, ‘cinsiyetin kadınsa elinde bebek olmalıdır’ gibi bir cümle tekrar edildiğinde bile bir kulaktan girip diğerinden çıkmaktan fazlasını pek de yapamazken, bir kız çocuğunun eline henüz birkaç aylıktan itibaren tutuşturulan bebek oyuncaklarla verilen mesaj nettir: “elinin altında her zaman bir ‘bebek’ olmalıdır. ‘Bebek’ senin yanında yokken eksikliğini duyduğun şey olmalıdır”.
Evet, maalesef hepimiz bu şekilde yetiştirildik ve çoğumuz hala bu şekilde yetiştiriliyoruz. Artık bebek değilsek bile net olan o mesajı verecek o kadar çok aygıt varken ‘çocuk yapmamak’ normal dışı bir davranış olarak algılanıyor.
Konu çocuk sahibi olmaya gelince herkesin konuşacak çok şeyi, verecek çok öğüdü, doğrulayacak çok yanlışı, soracak çok sorusu var. Mesela kim bilebilirdi ki erkeklerin bir kadının memesinden gelen sıvı hakkında söyleyecek çok şeyi olabileceğini?
Bir insanın hayatının gidişatına tüm cinsiyetçi rolleri ile müdahil olma ve bunu yaparken hiçbir şey yapmıyormuş ve hatta daha da kötüsü iyi bir şey yapıyormuş havası yaratmanın ‘normal’ olmadığını ancak sosyolojik bir değerlendirme anlayabilir; ki bu yazının da amacı budur.
Kıbrıs ölçeğinde 74 öncesi dönemde ve ardındaki kısa bir süre için çocukların bağ, bahçe, mandıra gibi ailenin geçimini sağladığı işlerde ucuz işçi olarak kullanıldığı bir gerçektir. Ayrıca, dini dayatma ve kısıtlamalar yanında ekonomik olanaksızlıklar da doğum kontrolü için elverişli zeminin oluşmamasını sağladı. Geçim kaynağının insan emeğini gerektirdiği bir dönemde din ve benzeri unsurlarla desteklenen çokça çocuk yapmak mutlaka ki ‘normal’ olandı. Elektriğin bile olmadığı pek çok köyde dışardan işçi çalıştırmak lükse girerken aslında çokça çocuk yapmak çokça işçiye sahip olmakla eşdeğerdi. Bu ‘normalleştirme’nin ciddi hasar alması 74 ile paraleldir; çünkü, geçim kaynağı dramatik bir hızla hayvancılık ve bağcılık gibi yoğun insan gücü ve emeği gerektiren işlerden bunun neredeyse zıttı denilebilen bir işe yani memuriyete kaydırıldı. Bu süreçte halkın üretimden koparılarak masa başı işlere geçmesi için oluşturulan sosyo-politik müdahaleler neticede ‘başarılı’ oldu. Artık bırakın hayvancılık ve bağcılığı, evde tarhana veya hellim yapmayı öğretmez oldu aileler; ve bunları marketlerden Türkiye markalı paketlerden satın alır olur yeni nesiller. Hani o komşunuz olan genç kadına ne zaman evleneceğini (ki aslında ne zaman çocuk yapacağı) sorduğunuzda günün 8 saatini ışıklı bir ekrana bakarak geçiren ve kazandığı parayla kendi kültürel ürünlerini yabancı markalı paketlerden satın alan bir çocuğu ne zaman yapacağını sormuş oluyorsunuz. Ya da yine Türkiye kanallarında izlediğiniz 3 saatlik dizilerde kendi ailenizde olsa ahlaksız olarak niteleyeceğiniz ama ekranda cazibeli olan gelinin kıyafetlerine girebilmesi için olması gereken kilo hakkında bombardımana tutacağınız bir kişiyi ne zaman yapacağını sormuş oluyorsunuz.
Yaklaşık yarım asırlık bir sürede nispeten az sayıda çocuk sahibi olmayı normalleştirebilmeyi yavaş yavaş öğreniyorsak da ‘çocuk yap’ baskılarını örtülü veya direk olarak yapmamayı öğrenemedik. 74 öncesi dönemde köylerin bir nevi kabile olduğu söylenebilir; çünkü komşunuz ebenizdir de, çünkü komşunuz iş arkadaşınıdır da, çünkü komşunuz çocuğunuzun süt anasıdır da… dolayısıyla yapılan her çocuk sadece kendi çekirdek ailesinin bir üyesi olmaktan ziyade mevcut köyün bir parçasıdır: komşunun doğum yaptığını davarları otlatan eşe yetiştiren bir aracıdır, ihtiyaç halinde komşunun üzüm bağlarında çalışacak bir işçi, gerektiğinde komşunun kunduracısında yardım edecek bir çıraktır; ve de en ‘önemlisi’ komşunun kızına bir talip/ potansiyel damattır…duruma göre her şekle girip, her işe yarayabilir… Olmasına izin verilmediği tek şey çocuk olmasıdır. Hal böyle olunca komşunuzun ‘ne zaman çocuk yapıyorsun?’ diye sorması normaldi. Çünkü çocuk bir nevi kabileye mal olmuştu; örneğin 8 çocuklu bir aile 4 çocuklu bir aileye ‘hesap sorma’ hakkına sahipti; neticede kendi ailesi diğerine göre 2 katı fazla herkesin işine koşuyordu.
Ama bu dönemlerin üzerinden fazlaca köprü geçti. Artık alt komşunun adını bilmeyen sıkışık apartman dairelerinde yaşayan kişileriz. Yapılan çocuk ne kendi ailesinin ne de başka ailelerin ucuz işçisi değil artık. Ama gel gelelim hesap sorma geleneklerini sürdürme hususunda pek kararlı bir tutumumuz var.
Teknolojinin içine doğmuş ve küresel tecrübeler edinmiş insanlara (25-35 yaş grubu) anne-babaları tarafından hayatlarının gidişatına müdahil olma ve bunu yaparken hiçbir şey yapmıyormuş ve hatta daha da kötüsü iyi bir şey yapıyormuş havası yaratmalarına dur diyebilmek için, herkesin ve her şeyin açık veya örtük şekilde ‘çocuk yap’ mesajı verdiği bir toplumda birilerinin de ‘yapma’ deme cesaretini göstermesi gerekliyse, bunu seve seve yapabilir ve ayaklarımın altında cenneti falan hissetmediğimi de gönül rahatlığı ile söyleyebilirim.