“…bir şeylerle yüzleşmek zorunda kaldığımız bir dönemdeyiz. Bizden önceki jenerasyonların konformizmle çok sıkı bir ilişkisi vardı, yaşayışı vardı. Hala da öyle. Ama biz bu konformizmin içinde belirli soruları sormak zorundayız artık. Bizim kuşak -ne kadar kendimizi saklasak da- belli bir noktada konformizle yüzleşmek zorunda. Belki hatalı bir bilinçle de olsa bir yerden bir farkındalık geliştirmek zorunda olduğumuz bir şey var.”
Bulut Ünvan, yazar, radyo programcısı, iyi bir okur…
Son zamanlarda sık sık buluşup müzik, siyaset ve edebiyat üzerine konuşuyoruz. Bu kez kısa da olsa konuştuklarımızı kaydedelim dedik. Ortaya bu kısa söyleşi çıktı.
Müziğe ve kitaplara sarıldığımız, gelecekten ziyade bir çeşit ‘şimdi kaygısı’ ile baş etmeye çalıştığımız, belirsizliğin baki olduğu bir dönemde, radyoculuktan, bizim jenerasyondan, araftalık hallerinden ve konformizmden konuşuyoruz.
Röportaj: Hasan Yıkıcı
Radyodan başlayalım.Biraz ortadadan başlamak gibi oldu ama olsun. Arada radyo programı yapıyorsun. Bugünün dünyasında radyo programı yapmak veya radyoyu bir ifade aracı olarak hayatına yerleştirmek nasıl bir anlam taşıyor senin için? Hızın, sosyal medyanın hayatlarımıza oldukça güçlü bir şekilde sirayet ettiği bir dönemden geçiyoruz. İnsanlar belkide radyoyu sadece arabalarında bir yerden bir yere giderken dinliyorlar sadece. Gidip evde radyo açıp radyo dinlemek gibi bir eylem çok az artık. Diğer taraftan radyoya baktığımız zaman hızın olmadığı, şu anki gibi bir tüketimin olmadığı bir iletişim biçimi sunuyor hem de insanların görselliğine de hitap ediyor. Somut olarak görsel bir şey sunmuyor ama yapısı gereki insanların hayal gücüne, görsel imgelemine hitap ediyor.
Bir cevaba gerek kalmadı aslında. Sen dedin ya ortadan başladık. Biraz benim hayatımda da radyo ordadan başladı. Her zaman radyo dinleyen biri oldum. Lisedeyken bugün plakların moda olduğu gibi radyoların da tekrardan moda olduğu bir dönem oldu. Müzik dinlemenin bir biçimi olarak sürekli radyo dinliyordum zaten. Radyo ve dergiciliğin de ortak noktaları vardır. Roll dergisi okuruydum. Orada iki insan sanki sohbet eder ve sen de o sohbete kulak kabartıyormuşsun gibi bir format vardı. Bir yerden sonra beğendiğim dergiler geldikten sonra hep sanki sevdiğim birinden gelen bir mektupmuş gibi hissederdim.
Radyoculuk da benim için uzaktan bir telefon konuşması gibidir. 10 sene yurt dışında kaldım, Kıbrıs’a geri döndüğümde, hem böyle bir şey yapmaya zamanım vardı hem de kendi beğenilerime geri dönmek istemiştim. Bir arkadaşımın ara bölgede CCMC’de çalıştığı aklıma geldi. Oradaki Rayonun çok boş saati vardı. Gittim ve ve ben böyle bir şey yapmak isterim dedim. Sonra da program başladı. Gecenin Son Şarkısı. İnsanlar genel gidişatla uyumlu olmadıkları için de dinlemek isteyen kişilerin internetten dinleyebileceği bir durum oldu. Tanımadığım pek çok kişi mesajlarla bana ulaşmaya başladı. Bu durum yeterince motive ediciydi. Ama daha motive edici olan bir stüdyoda yalnız olmak. Bir mikrofonun olması ve bir yerde seni dinleyen birilerinin olduğunu bilmekti. Öyle başladı ve arkadasında kimi zaman stüdyoda arkadaşlarla sarhoş olduğumuz zamanlar oldu, kimi zama saatlerce akıl yürüttük, kimi zaman sabaha kadar program yaptık, kimi zaman çok güldük ve eğlendik. Öyle devam etti.
Ülkedeki radyoculuğun genel vaziyetini nasıl değerlendiriyorsun? Radyoların durumu ne sana göre?
Bana sorarsan kuzeyde tek bir radyo kanalı var o da Bayrak Klasik. Çünkü radyoya özgü içerik üreten bir kanaldır. Diğer kanallar daha çok tv’lerin yayınlarını yansıtsan programlar üretiyorlar. TV’de görebileceğiniz bir şeyin görselliğinden arındırılmış bir şekilde sunulması aslında. Çünkü yolda giderken haber duymak veya tartışma programı dinlemek isteyen insanlar vardır. Daha çok bunun için yapılıyor. Bu durum çok da radyoculuğu giren bir şey değildir.
Radyoculuğa özgü içerik üretimi nedir?
Radyoya özgü içerikte önemli olan sestir. Çaldığınız müziğin ayrı bir önemi vardır. Müzik orada bir ton veya detay olamaz. Radyoda konuşurken ekrandaki insana değil radyoyu dileyen insana hitap edersiniz. Çok farklı bir şeydir bu. Sinema-tiyatro ayrımı gibi bir şey. Tiyatroda bilirsiniz ki interaktif bir şey vardır ve orada karşınızdadır oyuncu. Sinemada arada bir perde vardır. Radyoda da farklar olsa bile dinleyici ile karşı karşıya yaptığınız bir iletişimdir o an için. Bu başka bir hissiyattır. Farklı bir iletişim türüdür.
Günümüzde bütün medya sektörü içine sermaye ne kadar yerleşmişse, sermaye akışına özgü içerik üretiliyorsa, bu radyoda da var mutlaka ama radyo biraz da olsa bundan muaf, bunun biraz da olsa uzağındadır. Bu anlamda radyonun da korunaklı bir alan olduğunu söyleiliriz.
Hayalinde tasarladığı ama yapamadığın bir program var mı?
En fazla içimde kalan programa başka birinin sesinin de karışmasını istediğim, telefonlar alabilmekti. Bunun haricinde en büyük hayalim The Boat That Rock Filiminde olduğu gibi korsan bir yayın yapabilmekti.
Film İngiltere’nin kara sularının hemen dışında olan fakat İngiltere’ye dalga frekans yollayabilecek konumda da olan korsan gemilerini anlatırdı. Burada gemiler denetimsiz bir şekilde yayın yaparlardı. Aslında biz de programları ara bölgede yapıyorduk. Kimin yasal sınırları içinde olduğun da net değildi. Biri sana dokunamaz sonsuz bir özgürlük vermişlerdi bana. Ama sistemin karnının gıdıklamak için keşke korsan bir radyo olsaydı ve burada yayın yapsak diye içimde kaldı.
Wittgenstein “dilimin sınırları benliğimin sınırlarıdır” der. Benim içinde radyonun sınırları benliğimin sınırlardır diyebilirim
Bildiğin gibi bizim ülkeye de belirsizlik ve arafta kalmışlık damgasını vurmuş durumdadır. Hatta yaptığın program bile ara bölgede. Az önce ses kaydını açmadan sohbet ederken de güvencesizlikten, gelecek kaygısında, özellikle bizim jenerasyonun geçirdiği sosyal değişimlerden bahsettik. Aslında hepimizin her gün yaşadığı kaygılar… Ne söylemek istersin.
Yadırgatıcı bir şey söyleyeceğim ama bunun aslında güzel bir tarafı var. Şu açıdan: bir şeylerle yüzleşmek zorunda kaldığımız bir dönemdeyiz. Bizden önceki jenerasyonların konformizmle çok sıkı bir ilişkisi vardı, yaşayışı vardı. Hala da öyle. Ama biz bu konformizmin içinde belirli soruları sormak zorundayız artık. Bizim kuşak -ne kadar kendimizi saklasak da- belli bir noktada konformizle yüzleşmek zorunda. Belki hatalı bir bilinçle de olsa bir yerden bir farkındalık geliştirmek zorunda olduğumuz bir şey var.
Barış mitingleri içerisinde büyüdük. Bizim geleceğimiz ne olacak sorusunu liseden beridir soran bir kuşağız. Belirsizlikler çok yorucu olabilir. Ama hayat algım hiçbir zaman pür beyaz veya siyah olmadı. Gri renkler çok fazladır. Farklı renkler çok fazladır. Bunu da artık hayatın gerçeği olarak algılarım. Şunu da söyleyim refah ülkesinde 8-9 sene yaşadım. İngiltere’deki işçi sınıfı buradaki orta sınıftan çok daha refah düzeyde yaşıyor. Ama orada da bambaşka sorunlarla var. Kapitalizmin yarattığı ilişkiler daha da derindir orada.
Hayatın kendi verili durumu içerisinde dünyada vaat edilmiş bir cennet yok, hiçbir zaman da olmayacak. Bu gerçeği de burada biraz daha fazla hatırlamamızın iyi olacağını düşünürüm. Bireysel olarak baktığımızda sosyal sorumlulukları olan insanlarız, ‘neden bu sitemin getirdiği sorunları çekiyoruz’ diye bir sitem var ama diğer yandan da şöyle bir gerçek var: eğer bu sistemdeki bu dengesizlik olmazsa sistemin aksaklıklarını, ayrışmalarını sorgulamayacaktık. Açıkcası bazı sıkıntılar olmasından çok da sıkılmış değilim, şikayetçi değilim.
Bizim jenerasyon da arada kalmış bir jenerasyon gibi. Eskilere baktığımızda, geleneksel orta sınıf konformizmini görüyoruz. Suni de olsa bir refah var. Ve onu arzılayan yeni bir jenerasyon. Ama öte yandan yaşanılan gerçeklik de buna imkan tanımıyor. Dolayısıyla apayrı bir kriz ortaya çıkıyor. Bugün yaşadığımız kriz de aslında döviz kriziyle başlamış değil. Varoluşsal bir kriz söz konusu belki de. Konformizm meselesi ise sadece bir ucu aslında.
Hem aşamacılığa hem de tarihselciliğe çok da burun kıvıran bir insan değilim. Hiçbir sosyoloji kuramında toplumsal değişim ve dönüşümün evrelerini derecelendirmeyen bir noktaya rastlayamadım. Ama ortak olan tek bir aşama vardır. En zor aşama, uyanma, farkındalık yaratmak aşamasıdır. Bizim kuşak artık kırılma eşiğine geldi. Eskiden bir şekilde süreni devam eden bir yapı vardı. Ama artık bu yapı çok ciddi bir şekilde S.O.S. veriyor. Buna rağmen o bozuk yapının yarattığı konformizm duygusundan uyanmak çok zor bir şeydir. Hala uyanmamış olmak çok anlaşılırdır aslında.
Son yıllarda LGBTİ onur yürüyüşleri çok kalabalık gerçekleşiyor. Reddediyoruz süreci tüm iç tartışmalarına rağmen, nereye çekilmek istenirse istensin sokaktaki apolitik insanı kendisine çekmeyi becerdi.
Facebook’u eleştirebiliriz ama insanlar yanlış bilinçle de olsa o alanı tepki koymak için kullanıyor. Bu bir aşamadır bana sorarsan. İlla iyi bir noktaya ulaşacak anlamı çıkmasın buradan.
Aynı şekilde. Kıbrıslı Türkler bir süreden bieridir olduğundan farklı bir şey olmaya çalışıyorlar. Bir başkalaşım arzusu içindeyiz. Mesele nedir, bu şoklar bir biri arkasına geldiğide, o zaman belki de doğru bir bilinçle harmanlacak merkez bir örgüte ihtiyaç duyulacak. Biz mesela örgütleri kurma ve yaşatma konusunda ne kadar başarılıyız.
Ben mesele belli yapıların içine girdim çıktım. Bir noktadan sonra verilen emeğin karşılığının faydalı olmayacağını gördüm ve geri çekildim. Ama bunun yerinene koyabilirim diye sorduğumda cevabı koca bir hiçbir şey.
Tarihsel bir sürecin belli bir noktasındayız. Gerçekçi olmak gerekirse her şeye rağmen bir umut da var. Evet kirayı ödemek daha zor olacak, başka şeylere ulaşmak daha güç olacak ama bunlar da tarihin içinde yetiştiği çiçeğin gübresi değilse nedir.
Geleneksel yapılar da bu noktada yetersiz kalıyor. Ve yeni ifade araçlarına ihtiyaç duyulmakta. Geleneksel solculardan tut da demokratlara kadar pek çok kesim yeni hareketleri apolitik diye küçümsüyorlar ama belki de siyasetin de geleceği apolitiklikten geçiyor artık.
Apolitik terimini düzgün bir şekilde kullanılması kanaatindeyim. Çünkü diyebiliriz ki hem insan politik bir hayvandır ve herkesin bir şekilde siyasallaşma gibi bir sorunu vardır. Hem de diğer yandan ise siyasal olanı sadece siyasal alanın içinde olduğunu söyleyecen. Bu aslında bir çelişkidir. Her şeyin siyasal bir yan anlamı olabilir. Önemli olan senin onun okumasını nasıl yaptığındır.
Mesela pembe saçlı bir kız geleneksel bir toplumda köy meydanında çok politik bir tavır olabilir. Lise yıllarımda ben bunu rockculuğum, metalciliğim üzerine deneyimledim.
T-Shirtlerimden dolayı insanlara hesap vermek durumunda kaldığımda oldu. Apolitik dediğimiz yeri geldiğinde çok daha fazla siyasal anlam barındırabilir.
Türkiye’de temel çelişki sivil ile asker arasında olan çelişkiydi, sonra sivil iktidarı ele aldığı zaman başka çelişkiler de ortaya çıktı ama bunun hala daha sınıfsallaşma noktasına gitmediğini görüyoruz. Yani ezilen bir sınıf vardır ama en alttaki ezilen sınıf en üsteki ezen sınıfın siyasal olarak dayanak notasıdır.
Kıbrıs’ta da çelişki maalesef x ve y sınıf arasında değil, buradaki geleneksel olan ile geleneksel olmayan arasındaki çelişkidir. Kıbrıs sorunu bile geleneksel siyasete eklemlenen bir şeydir. Gelenekselin dışına çıkamadığın sürece istersen çözümcü bir şey de söyle o geleneksel perspektifin içerisinde sıkışıp kalacaksın. İşte çözüm bize maddi anlamda iyi gelecek gibi şeyler tekrarlanır. Ama yeni bir ülke, yeni bir yurt, yeni bir yaşam anlayışı geliştirmeden ne ye yarar. Dolayısıyla burada esas ayrışma geleneksel ve geleneksel olmayan arasındadır. Benim için bir kişinin söylediği politik bir şey onun gelenekle olan ilişkisine bakmadan çok da anlamlı değil. Öyle bir solcu prototipi var ki konuştuğunda yerlere göklere sığmaz, Tükiyesini de yerden yere vurur, herkes berbat; ama o kadar geleneksel yerden konuşur ki aslında karşı olduğu şeyin tekrarının üretir. Ve sen bu insanları onu yürüyüşlerinde göremezsin veya sokakta göremezsin. Sen bu insanlarla güneyde ne olup bitiyor diye konuşamazsın da.
Solun konformizmi dışarıdaki diğer konformizlerden daha beter bir şeydir. Çok ciddi bir şekilde bizim burada okumaya, sanata, müziğe, edebiyata ihtiyacımız vardır. Ortak alanalara ihtiyacımız vardır. Eskisine benzemeyen örgütler kurmaya ihtiyacımız var. Bunu gerçekleştiremememizin nedeni eski alışkanlıklardan, konformizmden kopamamak. Yeniyi tahayyül edemeyen insanlar olmamalıyız.
Yeniye dair bir şeyler gelecekse saçlarını pembeye maviye boyayan kadınlardan gelecek.Bir umut varsa buralarda var. Şiir yazan insanlar değiştirecek ülkeyi.
Son olarak bir caz şarkısı, neden?
Coltrane, After The Rain. Çünkü her dineldiğimde yeni bir dinleyişe müsait olduğu için. Belki de 10.000 defa diledim ama her dinleyişim ilk dinleyişim gibi.