“Belirsizlik” en büyük şikayetimizdi. Şimdi “açık” bir gerçek var. Türkiye Cumhuriyeti, adanın kuzeyinde son sözü söyleme gücüne sahiptir. Ancak bu yetkiye sahip değildir. Kıbrıslı Türkler bu ada hakkında söz söyleme yetkisine sahiptir ancak bu güce sahip değildir. Kıbrıslı Türkler yetkisinden, Türkiye ise bu güçten vazgeçecek gibi görünmüyor. O yüzden aramızdaki bu sürtüşme, Türkiye’nin güç siyasetinden vazgeçmediği sürece devam edeceğini düşünüyorum.
Yine de, iyi bir denemeydi…
Mustafa Akıncı Kıbrıs Türk solu adına bir dönemi temsil ediyordu. 2004’ü bir milat kabul edersek, o dönemin yarattığı öncü isimlerin tümü tüketilmiş oldu.
Önce Mehmet Ali Talat denendi. AKP ile mükemmel bir ilişki sağlayarak Kıbrıs konusunda ilerleme sağlayabileceği tezi uygulandı. AKP ile ilişkiler kötü olsa dahi iyiymiş gibi göstermek adanın kuzeyindekiler tarafından içselleştirilmedi, iradenin altını boşaldı.
Sonra Mustafa Akıncı denendi. İlişkileri zorla iyi göstermeye çabalamak yerine ilişkilerin kötü olduğu gerçeği üzerine bir paradigma kuruldu, Türkiye ile dost bir biçimde Kıbrıs’ta Kıbrıslıların söz hak sahibi olacağı iddiası çoğunluk tarafından reddedildi…
Kıbrıs’ın kuzeyinde ahalinin kendi kendini yönetemeyen bir bölge statüsünde olduğu gerçeği ile karşı karşıya kaldık. Bu duruma karşı uluslararası toplum da ilgisiz kaldı. Bunun sebebi kendimizi yeteri kadar uluslararası topluma aktaramamış olmak mı, yoksa, uluslararası toplumun adanın kuzeyinde olan biteni anlamak yerine Türkiye’nin suyuna gitmeyi tercih etmesi mi onu bilemiyoruz. Ancak, bu alana dair daha kapsamlı değerlendirmelerin ve çalışmaların yapılması gerekiyor. Özellikle siyasi partilerin bu konuyu önceliklendirmesi, bundan sonrası için önemli olacak. Dış dünya ile tek başına ilişkiye girebilme becerisini göstererek, iradenin Lefkoşa’da olduğu iddiasının gerçek olduğunu kanıtlamak önemli bir politik duruş olacaktır.
İçerde ise, yaşadığımız bu durumda, Türkiye’nin himayesi altında oluşturan düzenden rahatsız kayda değer bir kesimin olduğu görülüyor.
Hiçbir çözüm planı olmadan, elimizde gelecekte yaşanacak bilinmezliklere karşı bağlayıcı bir belge olmadan, riskleri olduğunu bilmesine rağmen toplumun önemli bir bölümünün irade göstermesi bence önemlidir. Hiç belli olmaz, doğalgaz toplantısı sonrasında Ersin Tatar, seçimin başında konfederal bir yönetim diye açtığı ihaleyi; federal bir çözümü ifade eden bir dökümanla imzalayabilir. Çünkü, uluslararası durum Türk Dış Politikasının Kıbrıs konusunda yeni bir paradigma yaratacak güçte olduğunu göstermiyor. Yeni bir oldu bittinin maliyetini de karşılayacak gücü olduğunu görmüyorum. O yüzden büyük masa kurulduğunda, Ersin Tatar’ın sürece bir ağırlık yaratabileceğine inanmayanlardanım.
Ancak içeride çok daha kutuplaşmış bir durumda olduğumuz açık. Mağusa’dan nefretini anlatanlardan, İskele insanının yerine Karpaz eşekleri oy versin diyene kadar bir sürü öfke ifadesi ile karşılaştım.
Bu noktada şunu ifade etmek gerekiyor…
Bu seçim sonucunda ülkede kimin söz hakkı olup, kimin söz hakkı olmadığını kökene bakarak değerlendirmenin, Kıbrıslıların aleyhine sonuç alan bir duruş olduğunu anlamak gerekiyor.
Kıbrısın kuzeyinde siyasi hakları olan kişiler, 1960 anlaşmalarında hak kazananların iradesine eklemlenmiş olduğu gerçeği yok sayılamayacak bir durumdur.
Her yeni vatandaş yapıldığında, bu durumun daha da kemikleştiğini ve geçen onlarca yılda bu durumun, geri döndürülemeyecek bir oldu bitti olduğununun farkına varmak gerekiyor.
Bunu reddebilirsiniz. Ancak bunu reddederek bir sonuç alınmamıştır.
Mevcut durumun reddi üzerinden politik bir ifadenin kurulması, birilerinin adada yaşama deneyimin daha uzun nesillere dayanıyor olmasından ötürü haklılık talebi kimse tarafından ciddiye alınmıyor. Biz bunun ekstra bir hak yaratacağını kabul etmiş olabiliriz, ancak dünya acımasız ve bu durum kimsenin umrunda değil.
Bunu sadece biz değil, Kıbrıslı Rum toplumu da görmeli. Bundan ötürü Kıbrıs adasında barış ve dayanışmanın sunacağı nimetleri engellemenin uzun dönemde onlara da zarar verebileceği anlamaları gerekiyor.
Esas soru, yukarıdaki durum ve verili kutuplaşma doğrultusunda adadaki siyasi iradesini korumak isteyen kesimler nasıl bir dönüşüm oluşturmalıdır üzerine odaklanmalıdır. “İrade Ankarada değil Lefkoşadadır”, “Biat Değil Özgürlük” diyenler özellikle bu sorunun cevabını verebilmelidir. Sonuçta, kimlik sosyal bir olgudur ve ortak deneyimler yoluyla ortaya çıkmaktadır.
Zaman geçtikçe, adadaki bölünme durumu daha da derinleşmektedir. Bu derinleşmenin kazananı yoktur. Ekonomik olarak da sürdürebilir sonuçlar çıkarmayacaktır.
Seçimi kaybetmiş olmak, siyasi olarak Kıbrıslıtürklerin Kıbrıs adası üzerinde olan haklarını yok etmemiştir. Kendi ortak kaderini tayin edebilme hakkı orada durmaktadır. Mesele, bu haktan etkin bir biçimde faydalanmayı mümkün kılacak örgütlenme yapısını kurabilmektir.
İyi bir denemiydi… Denemedik demeyeceğiz.
Ancak bu yöntemle kaybettiğimizi de kabul etmemiz gerekiyor.
Şimdi, eğer karabulutları dağıtamadık diye düşünüp ne olacak diyorsanız; çözüm daha iyi bir yöntem bulmaktan geçiyor…