Son günlerde adli suçların artmasına tanık oluyoruz. Bozulan ekonomik yapının ardından, suça eğilimin artması birbirini takip eden durumlardır.
Tabi ki, adli suçların artmasında nüfus politikalarının, eğitim ve sosyal devlet politikalarının da önemli bir etkisi olduğunu görmezden gelecek değiliz.
Ancak adanın kuzeyinde yarattığımız halüsinasyon devletin güvenli ve barış içinde olduğunu söyleyemeyiz.
Polis teşkilatı içinde insan öldüğü, açıkça özgür düşünceye karşı saldıranların cezaları sonlanmadan serbest bırakıldığı bir durumda gerçekten barış içinde yaşamanın temelini oluşturan adalet koşullarının geliştiğini söylememiz mümkün değildir.
Adanın kuzeyinde ciddi güvenlik endişeleri mevcuttur. Tüm bunları yaşarken hayatımızın bitmek bilmez müzakere sürecinin en önemli konusunda yaşadığımız sıkışıklık da aynı isimle anılmaktadır. Ancak kastedilen çok farklıdır. Müzakere sürecinde jeostratejik bir denge unsuru olan güvenlik ve garantilerin, insanların gündelik hayatlarında karşılaştıkları adli suçlarla alakası yoktur.
Adli suçlara yönelik geliştirilmesi gereken insan hakları mekanizmaları, destek mekanizmaları, gözlem mekanizmaları ile ilgili ne Kıbrıs türk toplumunda ne şu anda ne de olası bir federal Kıbrıs’ta yeteri kadar hazırlık yapılmamıştır.
Politik seçkinlerin dilinden düşmeyen güvenlik ve garantiler konusu, güvenlik tehdidinin sadece “Kıbrıs Rum toplumundan” kaynaklanıyormuş gibi anlaşılmaktadır. Güvenlik ulusal bir mesele olarak anlaşılmaktadır. Ancak gündelik hayattaki güvenlik ihtiyaçlarımızı belirlemeden ilerlememiz de mümkün olmayacaktır.
İnsani güvenlik mevhumu uzun bir süredir tartışılan bir konudur. İnsani güvenlik mekanizmalarını hiçe sayarak ulusal güvenlik üzerinden gitmek, öncelikle adanın siyasi öznelerine karşı öznenin öz saygısını hiçe sayan bir tutumdur.
Kıbrıs Türk siyasi seçkinleri bir siyasi özne olma arzusundaysa, tüm siyasi unsurlar ile etkin bir diyalog süreci başlatmak zorundadır.
Bu diyalog süreci iki boyutlu olmalıdır.
Birinci boyut, başbakanın “polisi medyada tartıştırmam” açıklamasının tam zıddı nitelikte olmalıdır.
Kıbrısın kuzey tarafında yaşayan her bir insanın karşılaştığı ciddi ayrımcılık ve haksızlıklar söz konusudur. Vatandaşlar arasında “daha etkili” olanlar feodal bağlantıları ile polis üzerinde daha ayrıcalıklı olarak var olabiliyor. Aynı zamanda, vatandaş olmayan göçmenler, öğrenciler, mülteciler birçok noktada kötü muamele ile karşılaşıyor.
Poliste işkence ve kötü muamele konusu uzun zamandır tartışılıyor. Afrikalı insanlara yönelik ciddi ayrımcılık yapılıyor. Kürt insanlar baskı altında kalıyor.
Polis teşkilatındaki, polislerin bile zaman zaman kendi aralarında ayrımcılığa uğradığı ve teşkilat yapısında da ciddi asimetrik koşulların oluşturulduğu biliniyor. Tüm bunlar olurken, “nasıl bir polis teşkilatı” konusunun insani güvenlik bağlamında tartışılması gerekmektedir. Yani Başbakan’ın açıkladığının tam tersi olarak enine boyuna, medyada, sokakta, mahallede polis konusunu konuşmalıyız. Sonucunda polisin sivilleşebilmesi aynı zamanda sivil iradenin de sürece dahil olması ile mümkündür. Sivilleşme ancak etkili bir demokrasi ile mümkündür.
Başbakan sivilleşemeyen polisin başındayım diyebilir, temel demokratik pratiklerden kaçarak sivil iradenin oluşturulduğunu söylemek mümkün değildir. Bu açıdan eğer Kıbrıs Türklerin güvenlik ile ilgili insani kaygılarını çözmek istiyorsak; katılımcı bir süreç başlatılmalıdır.
–
İkinci boyut ise Kıbrıs sorunu bağlamında olan güvenlik ve garantiler konusunda diyaloğun gerekliliğidir. “Garantiler tabu değildir” denildikten sonra bir adım atılamayan tartışmanın ilerletilmesi gereklidir.
Öncelikle Kıbrıslı Türkler garanti ve güvenlik tartışmalarında kendilerinin aslında yer almadığını anlamalıdır. Buradaki önem unsuru Kıbrıslı Türkleri kim koruyacak meselesi değildir. Hiçbir zaman da olmamıştır.
İkincisi, bu tartışmanın temelde jeo-stratejik dengeler açısından anlamı ve Kıbrıs’ya yaşayan insanların buradaki yeri olduğu ortaya konulmalıdır.
Kıbrıslı Türk toplumu kaderini belirleyecek bir özne ise ve bunu belirlerken birlikteliği “Türkiye” ile değil; Kıbrıslı Rum toplumu ile birlikteyse, o zaman bu konuda coğrafi olarak belirlenmiş olan Kıbrıs adasının ihtiyaçları ve geleceğini koruyabilecek bir anlayışın yaratılması gerekir.
Başka bir deyişle, jeo-stratejik denge ve geleceğe dair bölgenin pozisyonu konuşulurken, Kıbrıslı Türkler önce kendi iradeleri ile kendi geleceklerini bu ada üzerinde var olmasını anlamalıdır.
Buna yönelik bölgenin bir aktörü olarak önceliklerini belirleyebilmelidir.
Bunu belirleme cesareti ve kararlılığını gösterirken, bölgedeki önemli olan aktörlerden Türkiye, İran ya da İsrail arasında bir farklılık göstermeden dürüst bir aracı olmalıdır.
Ancak bu koşullar sağlanması için Kıbrıs üzerinden bir güvenlik angajmanını düşünmek mümkün olur. Tabi ki böyle bir angajmanın oluşturulabilmesi için öncelikle objektif olarak önceki güvenlik düzenlenmesinin değerlendirilmesi gerekir.
Özne olmanın kaynağı Kıbrıs olarak baktığımızda ve bunu uygulayacak olanların Kıbrıslı Türk ve Kıbrıslı Rum toplumu olduğunu kabul ettiğimizde, garanti ve güvenlik düzenlenmesinin çıkar çatışması yarattığı açıktır. Bu çatışmada ısrarcı olmanın bir anlamı yoktur.
Öyleyse mevcut garanti ve güvenlik anlaşmaları ada insanının gelecek kaygısına uygun ve bölgenin jeopolitik gerçeklerinde ada insanının bir aktör olarak konumlanabileceği biçimde yeniden düzenlenmesini istemek makul olmanın yanında yurtsever bir anlayıştır.
Tarihin dipsiz kuyusundaki meselelere değil güncel sorunlara güncel çözümler önererek bu adada geleceğimizi oluşturabiliriz.
Bu adada geleceğini kurmak ve bu adanın öznesi olarak gelecekte var olmak isteyen insanlar için açık ve makul bir durumdur.
Tabi ki medyada polisi tartıştırmam diyen bir başbakanın fikrini değiştirmesini beklemek oldukça zordur. Ancak, alternatif siyaseti savunanların konuda ona karşı çıkıp, ufuk açıcı bir pozisyon belirlemek gereklidir.
Aynı şekilde, Cumhurbaşkanının onlarca kez garantiler ve güvenlik konusunda Rum tarafının isteksiz, umarsız, maksimalist olduğuna dair açıklamaları vardır. Bu konularda Kıbrıs Türk liderliğinin kızgınlığının başında, Kıbrıs Rum liderliğinin mevcut fırsatlara ve açılımlara doğru zamanda olumlu bir tutum sergilemediği ile ilgili bir yakarış vardır.
Burada Kıbrıs Türk liderliğinin çözüm olana kadar özne olmayıp, çözümle beraber Türkiye’nin rızasıyla özne olacağız anlayışı çerçevesinde oluşturduğu stratejinin iflasını yaşıyoruz.
Özne olmayı ertelemek yerine, özne olarak başlayıp özne olarak bitirmemiz gereken bir süreç garanti ve güvenliği sona saklayarak değil en başta bağlayarak mümkün olacaktır. Mustafa Akıncı liderliğinde gelinen noktanın öğrettiği en önemli ders budur.
Bu noktadan sonra çözüme ne kadar yakın olduğumuz, aslında buradan çıkacağımız derslerle ilgilidir. Bu noktada da Mustafa Akıncı’nın da mevcut stratejisini değiştirmesini beklemek oldukça zordur. O yüzden yakın zamana dair umut pompalamak mümkün değildir.
Ancak, alternatif siyaseti savunanlar olarak yine ufuk açıcı siyaseti önermek gereklidir. Başbakan ve Cumhurbaşkanı tarafından kara listeye alınma pahasına da olsa, bu adada insan gibi yaşama talebi bunu gerektirir.