1986 yılının Nisan ayında bu korkunç doğa felaketi olduğunda biz ne yapıyorduk? O zaman körpecik olan ‘KKTC’ devleti henüz kuruluşunun ilk yıllarını yaşarken gazete arşivlerine bakma gereği duydum. Bu olay hiç haberlerimizde yer almış mıydı? O dönemde Kıbrıs’ta konu ile ilgili haber yapabilecek 10dan fazla gazete faal olsa da online arşivden fazla birşey çıkmayınca Türkiye basınını ele almaya karar veriyorum. Nihayetinde Türkiye’nin konu hakkındaki politikasından gayrı bir politika oluşturmak bu körpecik ‘devlet’ için çok gerçekçi gelmiyor bana.
“Türkiye’de radyasyon var diyenler dinsizdir” şeklinde bir gazete manşeti vardı mesela dönemin Radyasyon Komitesi Başkanı Cahit Aral’ın ifadesine yer veren bu yazıda ve şu şekilde devam ediyordu: “Avrupa’da hiç kimse sahillerimiz radyasyonla kirlendi demiyor” Avrupa’nın 4. uzun nehiri olan Dnieper Belarus ve Ukrayna’yı dolaşıp Karadeniz’e ulaşır. Zonguldak, Sinop, Samsun gibi Karadeniz’e şeridi olan tüm şehirlere kadar gelir. Karadeniz şeridinin Cherobyl’den yaklaşık 1,500- 2,0000km ötede olmasına rağmen direk olarak elektrik sandralinin yanında (yaklaşık 300 metre) bulunan Pripyat nehrinin Dnieper’e bağlanarak buradan Karadeniz’e ulaşmış olduğunu nehrin akışı göstermektedir. Avrupa’ya deniz üzerinden radyasyonun gelişi yine Karadenizdeki suyun İstanbul çevresinden geçerek Ege’ye ulaşması ve Yunanistan’ı etkilemesi ile mümkün olabilir. Pek tabi ki Ege’den Akdeniz’e ve böylece Akdeniz’e kıyısı olan Kıbrıs, İtalya, Mısır, Tunus gibi ülkeleri ulaşmış olması da mümkün. Fakat kaç kişi çıkıp Avrupa’da kaç tane sahil şeridi olan şehir var ki diye sormuştu? Kaç kişi sorabilmişti? Avrupa’yı haritada göster dense kaç kişi gösterebilecekti? Eğitimden o ya da bu şekilde yoksun bırakılan milyonlarca insanın varlığı böyle aslı astarı olmayan açıklamalar yaptırtabiliyordu; ne de olsa kimseye okulda sorgulamak öğretilmemişti, böyle bir methodoloji uygulanmıyordu.
Rüzgarın İskandinavya kıyılarına doğru eserek İsveç’e yani yaklaşık 1,300km öteye hem de oldukça kısa sürede ulaştığı ve aslında dünyanın bu felaketten haberdar olmasının burada tespit edilen radyasyon atıkların tespiti olduğu göz önünde bulunduğunda ve Çernobil’den Karadeniz’in uzaklığı İsveç’in uzaklığından çok da fazla olmadığı göz önünde bulunduğunda bu bilge başta olmak üzere Türkiye’nin radyasyon etkisi altında kalmamış olması imkansızdı.
Avrupa’nın ortasında da etkili olan ve rüzgarla taşınan radyoaktif atıklar batı Almanta, İsviçre ve orta Fransa gibi ülkelerde de bunun raporlanmasına neden olmuştu. Sahil şeridi olan az sayıda Avrupa ülkesi olsa da Türkiye’ye radyoaktif atıklar yalnızca nehir aracılığı ile de ulaşmadı. Karadeniz’in batı şeridi başta olmak üzere radyoaktif atık taşıyan bulutlar sıklıkla ve yoğun şekilde yağmur halinde kara parçasına düşmüştür; ki bu yağmurlar çay mahsülünün toplanmasından hemen önce gerçekleşmişti.
Turgut Özal bu faciadan 7 yıl sonra öldüğünde Türkmenistan’daki gezisi sırasında limonatasına konan zehirden olduğu iddia edilmişti, peki madem “azıcık radyasyonlu çay sağlığa faydalı” azıcık zehirli limonata neden öldürsün ki?
Hakkı Yalçın’ın Hülya Avşar ile yapmış olduğu görülen bir röportajda İsveçli Doktor Jean Philiple Gudard’ın birazcık radyasyonun cinsel gücü kamçıladığını belirttiğini söylenmesi üzerine Avşar “doğru olabilir” diye karşılık vermiştir. Gugard’ın böylesi bir açıklama yapmadığından neredeyse emin olarak araştırma yaptığımda açıklama bir yana söz konusu kişinin varlığına bile rastlayamadım.
Hürriyet Gazetesi’nin bir haberine göre “demlenince radyasyon etkisini kaydeben” çay mı istersiniz Ordu’lu 60 yaşındaki Mehmet Dede’nin pek çok Karadenizli erkeğin “azdığı”ni söylediğini mi? Bu durumda merak etmiyor değilim, acaba bu dedenin kod adı mıydı İsveçli Doktor Jean Philiple Gudard?
1986 yılında Ortadoğu Teknik Ünivesitesi’nin yaptığı bir araştırma Türkiye Radyasyon Güvenliği Komitesi’ne sunuldu. Bu raporda ‘çayların imha edilmesi gerektiği’ yazmaktaydı. Raporun değerlendirildiği toplantıda yer alan Türkiye Atom Enerji Kurumu (TAEK) Başkanı Özemre “ölçümler hatalı, çaylar temiz” demiştir. Ardından Sanayi ve Ticaret Başkanlığı tarafından YÖK’e gönderilen bir mektupla tüm üniversitelerin TAEK bilgisi dışında radyasyonla yapılacak tüm yayınlara yasak getirdi. Faciadan yaklaşık 1 yıl sonra yapılan ölçümlerde 89,000 bqkg’a kadar radyasyon olduğunu doğrulayarak 58 bin ton radyoaktif çay imha edildi. Aynı yıl Almaya’ya gönderilen 40 ton fındık radyosyon yüklü bulunduğundan iade edildi. Okullarda çocuklara ücretsiz olarak dağıtıldı. Aral’ın 1992 yılına gelindiğinde itiraf ettiği gibi: Hükümet gerçekten de Çernobil’in Türkiye’deki etkisi hakkındaki gerçekleri gizledi. Ama Sovyetler’den Çernobil faciası için öcümüzü Rusya’ya kontamine fındıkları satarak aldık. Askerlere ve ilkokullarda çocuklara fındığı bedava verdik”. Bir sonraki yıl vatandaşlar tarafından üniversiteye getirilen çaylarda yapılan ölçümler sonucu şöyleydi: 1985 tarihli bazı Çay Çiçeği paketleri yüksek radyoaktivite göstermiştir. Çaydan suya geçen Cs yüzdesi halka bildirilen % 3’ten çok daha yüksek olup, % 65’tir. İstatistiki sonuçlarla oynamak size de diziyi anımsattırmadı mı? Bu raporun Hürriyet Gazetesi’nde yayınlanması üzerine TAEK Başkanı Özemre’nin ODTÜ Rektörü’ne yolladığı mektup şu şekilde:
Çernobil kazasından sonra Türkiye’de kişi başına 9 ayda alınan doz 22 milirem’dir. Bu da bir göğüs röntgeni çektirildiğinde alınan doz kadardır… Bilimsellik kisvesi altında, bilimi kamuoyunu tedirgin etmeye alet etmek gibi adi ve pespaye bir gayeye vasıta kılmak gayretkeşliği, hamile kadınlarda panik yaratabilecek ve pek çok bebeğin doğmadan katline vesile teşkil edebilecektir.
Fındık kabuklarının Türkiye Atom Enerji Kurumu tarafından radyasyonlu olduğunun bildirilmesi üzerine ‘Bilerek ve isteyerek satın aldım’ şeklinde imzalı belge ile satılan fındıkların olduğunu biliyor muyduk?
Bunları yazarken kişisel bir anımı hatırladım: Üniversiteyi, Türkiye’nin Kıbrıslıların uğramadığı bir kırsalında okurken tanıştığım ve yetiştirme yurdunda büyüdüğünü bildiğim bir abi şöyle demişti bir gün: “Ben çocukken bir yıl yurda her gün fındık gelmeye başladı. Yurttaki çocukların yeyip içtiği şeyler hep belliydi ve daha önce böylesine bir fındık yardımı yapılmamıştı. Biz her gece bayıla bayıla televizyonun önünde o fındıkları yedik. Tabi şimdi anlıyorum ki aslında bize gönderilen o fındıklar hep radyasyonlu fındıklardı”.
‘Azdırıcı’ etkisi olduğu iddiası ile 60 yaş üzeri erkekleri, ve ‘zaten bizden olmayan’ çocukları böylece radyasyonun kucağına oturttuk.. kaç yıl mı sürdü bu? Kanımca yakın geçmişe kadar çünkü ‘aganiginaganigi’ye iyi gelen, ‘bir avuç fındık iyi gelir…’ gibi reklamlar 1990lü yılların sonunda Dış Ticaret Müsteşarlığı koordinasyonunda çalışan Fındık Tanıtım Grubu’nun yıllarca tüketilmemesinden dolayı stok problemine karşın aldığı önlemler arasında seyyar fındık satıcısı reklamı vardı. Müsteşarlık “hiç olmazsa iç tüketimi arttırmak için” bu reklamın düzenlendiğini söylemişti.
Biz Çernobil’i ne zaman yaşadık? Ne zaman yaşamadık (ki)?