Türkiye’nin Suriye’de başlattığı ‘Barış Pınarı’ Harekatı’ndan sonra Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı’nın yaptığı açıklamanın ardından sular durulmuyor. Toplumun farklı kesimlerinden bu açıklamaya farklı tepkiler geldi. Akıncı’yı TC-KKTC ilişkilerini torpillemekle, Türkiye’nin hassasiyetlerini gözetmemekle, rasyonel davranmayıp duygusal hareket etmekle eleştirenler oldu. Türkiye’de bu harekatı eleştirmenin vatan hainliğiyle eş tutulduğu bir dönemde, Kıbrıs’ın kuzeyindeki tartışmalar da bu ağır baskıcı ortamdan ister istemez etkilendi.
Akıncı’ya yönelik Kıbrıs’tan ve Türkiye’den gelen eleştiriler arasında farklılıklar olsa da çoğunun üzerinde yükseldiği bir anlatı var. Bu anlatıya göre savaş zamanlarında tüm ulusun ‘ulusal çıkar’ adına zorlu bir mücadele yürüten liderin arkasında kenetlenmesi, bu mücadeleyi sonuna dek desteklemesi beklenir. Bu şartlar altında vatandaşların milli bütünlüğü bozacak herhangi bir çatlak ses çıkarmaması elzemdir. Türkiye’de yıllarca farklı vesilelerle duymuş olduğumuz “milli birlik ve beraberliğe en çok ihtiyaç duyduğumuz şu günlerde” sözlerinin bu günlerde hem Türkiye’de, hem de burada dolaşıma sokulması bir tesadüf değil. Akıncı’nın yaptığı açıklama, tüm vatandaşların ulusal çıkarlar için bir milli seferberliğe çağrıldığı bir zamanda, bu amaçlanan kenetlenme duygusunu aşındırdığı için bu ölçüde tepki topladı. Anasının müdahalesiyle bir devletçik oluşturabilmiş yavrusunun Cumhurbaşkanı’nın böylesi kritik bir zamanda bu seferberliğe omuz vermemesini, bunun yerine diyalog çağrısı yapmasını bazılarının aklı almıyor. Zira böyle zamanlar, liderlerin belirlediği ulusal çıkarları sorgulamanın zamanı değildir. Tüm toplumsal çelişkilerin askıya alınması, ülke içindeki tüm sorunların görmezden gelinmesi ve bu kutsal amaç için herşeyin seferber edilmesi adeta bir mecburiyettir.
Türkiye’de AKP, MHP ve İyi Parti’yi destekleyen milliyetçi ve muhafazakar kesimlerin ve CHP ve Vatan Partisi’ni destekleyen ulusalcı kesimlerin bu savaşa destek vermesi anlaşılmaz değil. Başka konularda kendi aralarında çatışmalar yaşayan bu kesimleri, Kürt meselesi konusundaki tavırları her seferinde bir araya getirmeyi başarıyor. Türkiye’nin 2018’de Afrin’e yönelik yürüttüğü Zeytin Dalı Harekatı’nda da böyle olmuştu. Bugünkü Barış Pınarı Operasyonu’nda da durum farklı değil. Öte yandan varoluşunu belirleyen en temel ilkelerden biri Türkiye’ye şükran talimi olan Kıbrıs Türk Sağının Akıncı’yı eleştirmesinde ve örneğin Kıbrıs Türk Ticaret Odası’nın ‘terör tehdidine karşı bölgede güvenliğin sağlanmasına yönelik başlatılan Barış Pınarı harekatında kahraman Türk Silahlı Kuvvetleri’ne muvaffakiyetler’ dilemesinde de şaşırtıcı bir taraf yok.
Bu süreçte en beklenmedik olan CTP’den gelen tepkiler oldu. Partinin liberal kanadına yakın olan eski milletvekilleri Sibel Siber ve Birikim Özgür’ün Türkiye’deki operasyona destek vermesini kastetmiyorum, zira bu tavır, şimdiye dek izledikleri çizgi göz önüne alınırsa çok da sürpriz değil. Türkiye hükümetlerinin icraatlarını kayıtsız şartsız destekleyen bu gibi isimlerin yanı sıra Halkın Partisi’ndeki Kudret Özersay da dahil birçok ismi neo-statükocu olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır. İnsan bazen UBP’nin, DP’nin liderlik kadrolarını oluşturan eski statükocuları, laf cambazlığı yapmadan kendilerini açıkça ortaya koyanları da özlüyor tabii ama konumuz bununla alakalı değil.
Mesele sadece CTP’nin liberal kanadından bazı isimlerin açıklamarından ibaret değil. CTP’nin Barış Pınarı operasyonuyla ilgili hazırladığı yazılı açıklamadaki bu cümleler çarpıcıdır: ‘Biz yanlış bulduğumuz görüşleri değiştirmenin tek yolunun onları doğru olduğunu düşündüğümüz görüşlerle yarıştırmak olduğunu biliriz. O nedenledir ki hangi görüşü beyan ederse etsin kimseyi ihanetle suçlamamak, ötekileştirmemek, dışlamamak gerektiğine inanırız. Elbette bu durum her birimizin görüşlerimizi beyan ederken diğerlerinin hassasiyetlerine azami dikkat göstermemiz gerektiği gerçeğini değiştirmez ve bu, kamusal görev üstlenmiş olanlar açısından daha büyük bir sorumluluğu doğurur.’ Yaptığı açıklamadan ötürü Akıncı’ya yapılan saldırılar karşısında Akıncı’ya destek belirtilirken, aslında satır aralarında Akıncı’ya yönelik kamusal görev üstlenmiş bir kişi olarak diğerlerinin hassasiyetine dikkat etmediği eleştirisi yapıldığı ortadadır. Bir siyasi parti, Cumhurbaşkanı’nın açıklamasını tabii ki eleştirebilir, farklı bir görüş de ortaya koyabilir. Bu, demokrasilerin gereğidir. Ama buradaki esas mesele CTP’nin son dönemde yaptığı tüm icraatlarda Türkiye’nin hassasiyetlerini her şeyin üzerinde tutan bir tavır izlemesidir. Seçim süreçlerinde de Kıbrıs sorunu, Türkiye-Kıbrıs ilişkileri gibi zorlu meseleleri bir tarafa bırakarak, bir anlamda Halkın Partisi’nin hegemonik hale getirdiği ‘kendi evimizi temizlemeliyiz’ söyleminin değirmenine su taşıyıp durdular. Eminim bu davranışlarını haklı çıkaracak şöyle gerekçeleri vardır: Biz bu oyunda güçlü aktörler değiliz, Türkiye’ye kafa tutarsak, oradaki yönetimle aramızı iyi tutmazsak iktidara gelemeyiz, UBP-YDP başa gelir ve bu memleket için daha kötü olur. Türkiye’yi dışlayarak burada bir çözüm olamayacağı herkesin malumu. Ama bu, Türkiye’deki hükümetin her icraatına kayıtsız şartsız destek vermek anlamına gelmemeli. Zira o zaman insanın aklına şöyle sorular geliyor. Bir gün gelir de CTP lideri Cumhurbaşkanı seçilir ve barış müzakelerini yürütürse, Türkiye’deki yönetimlerin taleplerine ne kadar direnebilecek? Örneğin Türkiye liderliği artık siz federasyonu boşverin, iki ayrı devlet çözümü üzerine odaklanın derse bu taleplere direnecek mi? Direnemezse Türkiye’nin icazetiyle görüşme masasına oturan sağın liderlerinden ne farkı kalacak?
Hem CTP’ye, hem sağ partilere yakın pek çok insanın Cumhurbaşkanı Akıncı’yı ‘rasyonel olmamak’, ‘duygusal davranmak’, ‘romantik çıkışlar’ yapmakla itham ettiği tuhaf günlerden geçiyoruz. Bu hesaba göre kan dökülmemesini, diplomasiyi savunmak romantik, duygusal tepkiler olarak değerlendirilirken rasyonel olan tavır ise siyaseti bir güç siyasetinden ibaret görmek ve Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü operasyona dair herhangi bir eleştirel mesafe geliştirmemek olarak anlaşılıyor.
O zaman gelin bu önerilen ‘rasyonel siyaset’ nelere gebe yakından bakalım ve Türkiye’nin Suriye’de yürüttüğü Barış Pınarı operasyonunu bir irdeleyelim. Öncelikle, Suriye’deki çatışmanın taraflarına ve ne amaçladıklarına kısaca bir değinelim. Suriye, 2011’den beri, bir yandan Amerika ve Rusya gibi büyük ülkeler, öte yanda İran ve Suudi Arabistan gibi bölgede etkili olan ülkeler arasındaki mücadelenin ana sahnesi haline geldi. Bir tarafta Esad güçleri ve onu destekleyen Rusya, İran, Lübnan Hizbullah’ı, öte yanda Suriye muhalefetini destekleyen Türkiye, Suudi Arabistan, Katar, Mısır gibi ülkeler vardı. Suriyeli Muhalifler ılımlı ve radikal İslamcı grupların yanı sıra Kürt, Türkmen, Süryani gibi bir çok farklı azınlık gruplardan oluşuyor. Amerika, İngiltere ve Fransa gibi Batılı ülkeler de başlangıçta Suriye muhalefetini desteklemişti çünkü ilk aşamada Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ı devirmek gibi bir plan sözkonusuydu. Ancak yıllar içinde Mısır, Suudi Arabistan, Katar gibi ülkeler Esad’la bölgesel istikrarı sağlamak adına temkinli bir yakınlaşma politikası izlediler. Batı ülkeleri de önceliği Esad’ı devirmek yerine İŞİD’le mücadeleye verdiler. 2003’te Amerika’nın işgali sonrasında Irak’ta doğan İŞİD, 2011’den sonra Suriye’deki otorite boşluğundan faydalanarak Suriye’de de örgütlenmeye başladı. Amerika başkanlığında, içinde Türkiye’nin de olduğu koalisyon güçleri, İŞİD’e karşı düzenledikleri operasyonlarla 2019’un başında İŞİD’i Suriye’de mağlubiyete uğratmayı başardılar. Suriye’de İŞİD’le Suriye Kürtlerini temsil eden ve Amerika tarafından silahlandırılan YPG savaşmıştı. YPG, 2015 yılında Suriye Demokratik Güçleri oluşumunun bir parçası haline geldi. Suriye Demokratik Güçleri (SDG) Kürtlerin yanı sıra Araplardan, Asur milislerden ve daha az sayıda da olsa Türkmen ve Ermeni savaşçılardan oluşuyor. Ancak YPG, SDG’nin omurgasını oluşturuyor.
Türkiye’nin Barış Pınarı operasyonu öncesinde SDG, Suriye’nin kuzeydoğusunu kontrol ediyordu. 2018’de İŞİD’i mağlubiyete uğrattığı gerekçesiyle Suriye’den çekileceğini açıklayan Amerika bu kararını gerçekleştirdiği Ekim 2019’a dek SDG’ye verdiği destek üzerinden Fırat nehrinin Doğusunu, Rusya ise Fırat nehrinin Batısını kontrolü altına almıştı. Bu şartlar altında Türkiye, 9 Ekim 2019’da Barış Pınarı Operasyonu’nu başlattı.
Peki bu operasyonda amaçlanan neydi? Aslında bu operasyonun hem dış politika, hem de iç politikaya yönelik muhtelif amaçları olduğu söylenebilir. Türkiye’nin en önemli hedefi Suriye’nin kuzeyinde özerk bir Kürt oluşumunu engellemekti. 2014 yılında içinde PYD’nin de içinde olduğu Kürt gruplar Afrin, Kobane ve Cezire‘de özerk yönetimler ilan ettiklerini duyurdular. Mart 2016’da ise bir federal sistem oluşturduklarını açıkladılar. Bu açıklamaları Suriye hükümeti, Suriye muhalefeti, Türkiye ve Amerika tarafından reddedilmişti. İşte bu yüzden Türkiye, Suriye sınırında 30 km genişliğinde, 450 km uzunluğunda bir güvenlik koridoru oluşturmayı amaçladı. Bu koridoru oluşturarak, SDG’yi sınırından uzaklaştıracak ve Suriye’nin iç kesimlerine doğru sürmüş olacaktı.
Türkiye’de yaşayan 3.6 milyon Suriyeli mülteci var. Türkiye, Suriye sınırında bir koridor oluşturduktan sonra bu mültecilerin 2 milyona yakınını SDG’den arındırılmış güvenli bölgeye yerleştirmeyi planlıyordu. Pek çok yazar Türkiye’nin güvenlik koridoruna Arap Suriyelileri yerleştirmek istemesinden ötürü orada bir nüfus mühendisliği yaparak bir Arap Kemeri oluşturmak istediğini yazdı. Yıllardır Suriye’yle ilgili yazan, Türkiye’de Suriye’yi en yakından takip eden gazeteci Fehim Taştekin, Türkiye’nin bu hamlesinin Uluslararası Hukuk’a göre bir Etnik Temizlik sayılacağı uyarısında bulunuyor. Etnik Temizlik, bir bölgeyi zor kullanarak etnik olarak homojen hale getirmek anlamında kullanılıyor. Suriye’de bugün yaklaşık 1.8 milyon Kürt yaşıyor ve bunların yarıya yakını Türkiye’nin önerdiği güvenli bölgede bulunuyor. Bu bölgede yaklaşık 1.5 milyon Arap’ın ve onbinlerce Hristiyanın yaşadığı tahmin ediliyor.” Türkiye’nin bu hamlesiyle 2011’de iç çatışmanın başlamasının ardından Esad güçlerinin kuzey Suriye’den çekilmesiyle bölgede varlık göstermeye başlayan Kürt güçlerinin sınırdan uzaklaştırılması sonucunda birçok Kürt sivilin de bölgeyi terk etmesi bekleniyordu.
Pek çok yazar Türkiye’nin 2 milyon Arap Suriyeliyi bu bölgeye taşımasının sakıncalarından söz ediyor. 2015 yılında Amnesty International, YPG’nin IŞID’den kurtardıkları bölgelerdeki Arapları ve Türkmenleri zorla yerinden ettiklerini dünyaya duyurdu ve zorla yerinden etme, evleri yıkma ve sivil mülklere el koyma vakalarının ‘savaş suçları’ teşkil ettiğini açıkladı. Dolayısıyla Suriye’nin kuzeyine yerleştirilecek olan Suriyeli Arap mültecilerin varlığı hali hazırda etnik gruplar arasında zorlu bir ilişkinin olduğu bir yerde, gerilimi daha da artırma potansiyelini taşıyor.
Türkiye’nin Barış Pınarı Operasyonu’nda iç politikaya dair hesaplar da vardı. AKP son dönemde ardı ardına yaşadığı krizleri bertaraf edebilmek için bu milliyetçi seferberlikten medet umuyor. Son dönemde AKP’nin Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye seçimlerini kaybetmesi, Davutoğlu ve Babacan’ın parti kurma çalışmaları içinde olması, ekonominin gittikçe derinleşen krizi, 3.6 milyon Suriyeli’nin Türkiye’de giderek artan bir tepkiye sebep olması gibi sebeplerden ötürü de bu operasyon tasarlandı. Kimi yazarlara göre bu hamle, Türkiye’deki emlak sektörünün krizini de aşmayı amaçlıyor. Birçok inşaat şirketinin battığı bir dönemde, Suriye’deki güvenlik koridorunda inşa edilecek yeni binaların Türkiye’deki emlak sektörünü canlandıracağı bekleniyor.
Türkiye’nin Barış Pınarı Operasyonu’na tüm dünya tepki gösterdi. ABD Başkanı Trump, Türkiye’nin Operasyonu’na ilk aşamada yeşil ışık yakmış olsa da, Cumhuriyetçi ve Demokrat kongre üyeleri başta olmak üzere çok büyük bir kesimden tepki görmesi üzerine Türkiye’ye ciddi yaptırımları gündeme getirdi . Bu operasyona Çin, Avrupa Birliği, Arap Birliği, İsrail karşı. İlginçtir, Suriye savaşının başlangıcında Türkiye’yle birlikte Esad’a karşı Suriye muhalefetini destekleyen Arap ülkeleri şimdi Türkiye’ye işgalci suçlamasını yapmaya başladı. AB’den Finlandiya, Fransa, Hollanda, Norveç, Almanya, İngiltere ve Çekya gibi ülkeler de Türkiye’ye silah satışını durdurdu.
Türkiye’nin Suriye operasyonu farklı sebeplerden ötürü eleştiriliyor. Bunlardan birisi Türkiye’nin cihatçı milislerle işbirliği yapması. Taştekin’in ifadesiyle, ‘eski El Kaideciler, bilumum cihatçılar, Selefiler, İhvancılar, ganimet avcıları, yağmacılar, mezhepçiler, MİT güdümlüler ve 3-5 dolar maaşa mahkum edilmiş çaresizlerden müteşekkil milisleri “Suriye Milli Ordusu” diye sıvayıp, “bu toprakların gerçek sahipleri”’ olarak sahaya süren AKP yönetimi, bu cihatçı milislerin Suriye’de işledikleri suçlardan ötürü de eleştirilerin hedefi haline gelmiş durumda. Amnesty International, Suriye Gelecek Partisi Eş Başkanı Hewrin Xelef’in infaz edilmesi ve işlenen diğer insan hakları ihlallerini 18 Ekim 2019’daki açıklamasıyla tüm dünyaya duyurdu.
Türkiye’nin bu cihatçı milislerle yaptığı işbirliği yüzünden başı daha çok ağrıyacak gibi görünüyor. Batılıların en büyük kaygısı Türkiye’nin SDG’nin kontrolünde olan bölgeye müdahalesiyle o bölgede tutuklu olan binlerce İŞİD’linin salıverilmesi ve Suriye’de uyuyan İŞİD hücrelerinin yeniden canlanarak hem bölgede hem de Batı ülkelerinde terör estirmesi. Foreign Policy dergisi, 14 Ekim 2019 tarihli bir haberinde ideolojik olarak İŞİD’e yakın olan Türkiye’nin desteklediği cihatçı grupların, İŞİD’lileri tutuklu oldukları cezaevlerinden salıverdiğini duyurdu. İŞİD meselesi Türkiye için ağır bir yük haline gelebilir zira Trump Suriye’den çekilirken İŞİD’li tutukluları Türkiye’nin sorumluluğuna bıraktı. Batı ülkeleri İŞİD üyesi vatandaşlarını kabul etmezken, Türkiye’nin İŞİD konusunda sorumluluk alması, bölgede cebelleşmek zorunda kaldığı sorunlara yeni bir sorun eklemiş oluyor.
Erdoğan, çekilen Amerikan askerlerinin yerine Türkiye’nin yerleşeceği hesaplarını yaparken, Rusya çok kritik bir hamleyle Erdoğan’ın bu beklentisini boşa çıkardı. Rusya’nın Esad yönetimi ve Suriyeli Kürtler arasında yaptığı arabuluculuk neticesinde Suriye ordusu, SDG’ye destek vermek amacıyla Türkiye’nin askeri operasyon düzenlediği Suriye’nin kuzeyinde konuşlanmaya başladı. Türkiye’nin hesaplarını alt üst eden Rusya, şu anda Suriye’deki savaşın esas galibi gibi görünüyor. Putin’in, Rusya’nın önemli bir uluslararası aktör olduğunu gösterebilmek, Rusya’nın nufuzunun uzak ülkelere uzandığını gösterebilmek gibi hedeflerini yavaş yavaş gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.
17 Ekim 2019 tarihinde Türkiye, ABD ile anlaşarak ateşkes ilan etti. Tarafların anlaşmasına göre ABD, YPG’nin Suriye’nin kuzeydoğusundan 120 saat içinde çekilmesini sağlayacağını taahhüt etti. Suriye’deki sürecin bundan böyle nasıl ilerleyeceğini Suriye çatışmasına taraf olan farklı ülkelerin atacağı adımlar belirleyecek. Kıbrıs’ın kuzeyindeki tartışmalara dönecek olursak, Akıncı’nın açıklamasını duygusal olarak eleştiren ve rasyonel siyasete vurgu yapanlar, o savundukları rasyonel siyasetin Türkiye’nin Suriye’deki Operasyonu’nun karanlık taraflarını da meşrulaştırdığının farkında olmalıdırlar. Elbette siyasetteki pragmatizmlerinden ötürü bu tavırlarında ısrarcı olmaya devam edebilirler ancak, kamuoyunun o çok güzellenen rasyonel siyasetin Suriye’de, Türkiye’de ve bölgede neye tekabül ettiğini bilmesi de en doğal hakkıdır…