Geçtiğimiz günlerde Afrika gazetesinin isim ve amblem olarak benimsediği sembollerin sistemik ırkçılığa katkıda bulunduğu eleştirisi topluluk içerisinde neredeyse bir iç savaş cepheleşmesi yarattı. Topluluk arasında hışımla beliren inkârcı cephe, söylemsel davranışlarının sistemik ırkçılığa katkı koyduğunu reddetmekle kalmayıp paranoyak bir histeri haliyle hainleri ilan etse de gazete baskıya dayanamayıp ismi ve logosunu değişerek, yine de takdir toplamıştı.
Olay tatlıya bağlanmasına (!?) rağmen aslında kısa süren tartışma süreci Kıbrıs’ta özgürleşimci siyasi mücadele(ler) bakımından derin çatlakları yeniden yüzeye çıkardı. Tekrar tekrar hortlayan bu ‘kalleşler sürtüşmesi’ vesilesiyle, çatlakların dibine darı ekmek adına, sanırım artık Kıbrıs’ta federalizmin krizini konuşmak farz oldu.
Olayın tikel boyutuna dair kısıtlı birkaç kelam etmek gerekirse ilk nazarda siyasi kültürümüzde sıkça tekerrür eden paranoya, olağan mabetcilik, kurtarıcı Mesih sendromu… gibi sorunlardan bahsedebiliriz.
Afrika gazetesi Türkiye’nin ve Türk milliyetçilerinin ada üzerinde yükselerek devam eden (kolonyal) müdahalesine karşı uzunca süredir ciddi bir siyasi odak halindedir. Şener Levent güçlü kalemi yanı sıra yıllardır Denktaş(lar) ve Ankara’ya karşı gözü pek ve susmak bilmeyen mücadelesiyle ada genelinde nam salmıştır. Bu öyle alelade bir şan da değildir, inatçı mücadeleler neticesinde güç kazanılmıştır Levent’in madalyaları.
Uzun süredir sistemik saldırı altında olan Afrika çevresinin paranoyak tepkiler geliştirmesinin sistemik nedenselliği Afrika’nın mücadelesine az-çok aşina herhangi biri için aşikardır. Öte yandan olağan mabetcilik ve kurtarıcı Mesih(ler) meselesi birbirini besleyen ve sıklıkla karşılaştığımız banal bir siyasal haldir. Birçok siyasi kültürde ‘kahramanların’ sorgulanamaz bir dokunulmazlık mertebesine erişerek kurtarıcı Mesihler olarak algılanması ve telaffuz edilmesi; birçok siyasi alanın, kurumların, partilerin… kutsallaşması, çoğu zaman özgürleşimci siyasal mücadeleye ciddi zararlar verse de, alışılagelmiş bir durumdur.
Olaya konu meseleye gelirsek; eleştirilere karşı sunulan ‘niyet savunması’ abestir ve yeni dalga mücadelenin boyutlarının kavran(a)mamış olduğunun bir kanıtı gibi karşımızdadır. BLM, aslında, Obama döneminin ‘sistemik’ ırkçılıkla başa çıkabilecek tatmin edici değişimler sağlayamamış olması üzerine şekillenir. Hareket önceki mücadelelerin üzerine inşa olunsa da –en belirgin olarak önceki sivil haklar mücadeleleri –ırkçılık karşıtı mücadelenin ufkunu liberal miyopluğun ve pozitivist söylemin ötesine genişletmeye yönelik bir teşebbüs olarak karşımıza çıkar.
Dolaysıyla, BLM mücadelenin odağını liberal kurumsalcılığın ve yapısalcılığın ötesine hegemonik boyuta, failden öteye azmettiriciye çevirmenin peşindedir. Bu doğrultuda, ırkçılık sistemlerini tekrar tekrar üretenlerin sübjektif niyetleri önemini kaybederken mercek, türlü şekil ve hallerde katkı koyduğumuz ve ırkçılık sistemlerini yinelediğimiz, söylemsel davranışlarımıza dönüyor. Hal böyleyken Afrika çevresinde inkârcı cephenin sunduğu ‘niyet savunmaları’ esasında anlamsızdır ve suyu bulandırmak dışında pek bir şeye hizmet etmezler; hâlbuki mesele hiçbir zaman Levent veya herhangi bir Afrika mensubunun niyeti olmamıştır. Niyetin ötesinde, söz konusu olan sistemik tavırlarımızın beyaz olmayan topluluklar üzerindeki söylemsel ve duygusal etkileridir; onlara dair sürekli yeniden ürettiğimiz hapsedici algılar sinsilesi ve bunları besleyen sistematik(ler)dir.
Nitekim ‘sistem’ herhangi bir kahramandan çok daha büyüktür ve etkileşimlerimiz her zaman manaya gebedir; sosyo-politik, kültürel ağırlıkları vardır. Bilinçli veya hesaplanmış niyetimiz olmasa dahi sistemi tekrar tekrar üretiriz; bin bir vaziyette sistemin taşıyıcı öznesi olarak işlev buluruz. Bu yüzden, esasında karşılaştığımız inkar ‘sisteme’ karşı yersizce beslenen bir kendini dev aynasında görme halidir; görmüş, geçirmiş ve ermiş olma halidir. Tabii ki bu hal ne Levent’e ne de Afrika çevresine hastır. Bu hal kendini ‘olmuş’, ‘tamamlanmış’, hatta ‘tekel’ ve ‘tekeş’, algılayan tüm kafalarda irili ufaklı sirayet eden bir ego meselesidir; bir aklık-paklık meselesidir.
Ego ve özün kurgulanması üzerine bir tartışma yürütmek bu yazı bakımından haddini aşmak olur. Şu kadarıyla yetinelim; özün ‘tamamlanmış’ ve ‘bütün’ bir obje olarak algılanması demode olmuş bir liberal aklın ürünüdür. Özün parçalı doğasını kabulden hareketle hiçbir kahramanın, hiçbir ‘kurtarıcının’, ne rütbeden olursa olsun, yinelenen sosyo-politik ve kültürel sistematiklere hakiki bir bağışıklık geliştirebilmesinin mümkünatı yoktur; belki de daha yeni nesil aktivistlerin siyasi mücadeleye en büyük katkısı da budur.
Tabii ki, böylesi bir kabul daha yeni nesilde ‘yoldaşlık’ kavramına da kökten tesir eder. Bu bağlamda, ‘yoldaşlık’ ekseriyetle ‘düşmanla’ karşı karşıya geldiğimiz an üzerinden değil –diğer bir deyişle muharebe alanında değil; aynı zamanda, sistemin her şeye kadirliği hissi karşısında daimî vaziyette ‘ortak’ mücadelelerimizi genişletme ve çeşitleme çabasıyla hayat bulur. Yoldaşlık ödevi yalnızca cephede değil sistemi yinelediğimiz her anda devam eden bir deneyim halini alır. Binaenaleyh, yoldaşların bu tip müdahalelerini minnettarlıkla kucaklamak kalleşlik suçlamalarıyla ufalanmaktan her zaman daha iyidir.
***
Olayın tikel hallerini bir yana bırakıp tekerrür eden federalist krizi konuşacak olursak federalist mücadelenin sıkıştığı gaspçılar ve kalleşler söyleminden başlamak sanırım yerinde olur. Bugün çoğumuza aşikârdır ki Kıbrıs’ta federalizm ve (kapsamlı) çözüm miti milli ayrılıkçılar tarafından siyasi bir supap olarak icat olunmuş; bir takım taktik-söylemsel araçlar silsilesi olarak ortaya çıkmıştı. Gel gelelim, federal alternatif, milli devrimin dayanılmaz ağırlığı altında, ‘milletin’ dışına düşenler tarafından ‘ilerici’ siyaset hükmünde bir sığınak-kimlik olarak yeniden telaffuz edildi.
Fakat, nitekim federalist proje uzunca bir süredir tatmin edici siyasal değişimler sunmaktan acizdir; 2004 travmasından bu yana süregelen yılgınlık mücadele alanını gittikçe kendi üzerine çöken bir mabet haline getirirken olağan klostrofobik his yükselerek tecrübe ettiğimiz bir ‘gerçeklik’ halini almaktadır. Bu yozlaşma sürecinde birçok federalist mabet çatırdarken türlü kahramanların da heba oluşuna şahit oluyoruz; artık federalizmin krizini açıkça konuşmamız elzemdir.
Bir takım yeni akım milli-demokratik denemeler ekseriyetle kendini federalist krizin üzerine inşa eder. Kıbrıs sorunu ötesinde düşündüğünü iddia eden yeni-milliler, esasında, sorunu telaffuz eden bütün bir dili yinelerken, demir-yumruk milliyetçilerden farklı olarak daha hegemonik stratejiler güder; direk yüzleşmeden demokratik lakırdılar aracılığıyla kaçınmayı hedefler. Tabii ki milliyetçilik ve demokrasi arasındaki söylemsel telaffuzun çıkmazını tartışmak da yine bu yazının haddini aşar. Aza kanaat ederek şu kadarını söyleyelim; milli-demokratik akım, esasında, yeni bir siyasi alan açmak iddiasıyla federalist düşün ölümünü deklare ederken boğucu bir soğuk savaş dengesine hapsolmuş tam teşekküllü milliyetçi siyasi projelerini, inceden liberal demokratik lakırdılarla yeniden keşfetme niyetindedir. Bu yeni milli-demokrat hal sandığımızdan çok daha yaygındır; bu yüzdendir ki adada taksimin gerçekleşmesi açısından çok kritik zamanlarda yaşıyoruz.
Federalizm çokları için uzunca bir süre ada üzerinde ‘evrensel’ özgürleşimci siyasi hareketi temsil etmiş olsa dahi gel gelelim federalist sığınak milli tehdittin yarattığı olağan üstü hal durumu üzerine inşa edilmiştir. Demir-yumruk milli hegemonyanın yeni bin yıla girerken ciddi kırılmalar yaşaması üzerine Kıbrıs’ta federalist uzlaşının, daha uygulanabilir bir alternatif olarak, tarihinde ilk kez toplumlar arasında bu denli evrenselleşmesine şahit olduk. Fakat, hem milli tehdittin yarattığı olağan üstü hal üzerine inşa edilen bir sığınak olmanın kudreti ile, hem de bu evrenselleşme sürecinin etkisiyle, federalist iddia türlü özgürleşimci siyasi mücadeleye kördür. ‘Öteki’ siyasi müdahale ve mücadeleler her zaman, hiçbir zaman gelmeyecek olan, (kapsamlı) çözümün ötesine itelenir. Dolaysıyla, ‘federalist ret’ günden güne özgürleşimci siyasetin önünü tıkayan etkenlerden biri, herhangi bir dönüştürücü potansiyeli tahrip eden bir saplantı haline gelmektedir. Yeni-milli tehdit karşısında özgürleşimci siyasi mücadele(ler)den gittikçe uzak düşen federalist projeyi yeniden kurgulamak inatçı ve kasti siyasi müdahaleler gerektirir. Zira Kıbrıs’ta özgürleşimci siyasi mücadele yeniden telaffuz edil(e)mezse ne milli tehdit sona erecektir ne de bu illet kâbus hali.
Kendinden ötesini gör(e)meme hali federalist iddiaya has bir durum değildir elbet; Denktaş’ın Kıbrıslı Türkleri arasında tekrar tekrar sirayet bir hastalık halini almıştır. Bir milliyetçi histeri nöbetinde milli devrimle siyasanın dışına atılan tüm topluluklara sırt dönüp, ada üzerinde iddia olunan Rum Ortodoks tekilciliği karşısında çok kültürlülük talebini kurgulamak yerine; kendi kaderini tayin hakkı ve egemenlik gibi safsatalarla kendilerini ada üzerinde sahip-ortak ilan etmeleri bizi bugüne getiren en güçlü etken olmuştur. Bu müdahale aynı zamanda Türkiye’ye karşı diyet borçlarının, dolaysıyla bugün ki kolonyal ilişkinin de kökünü oluşturur; zira sahip-ortak iddiası siyasi argüman(lar) değil kudurmuş güç dengeleri üzerine inşa olunur -Türkiye ise bu kantarda Kıbrıslı Türklere sıklet kazandıran mecburi unsurdur.
Maalesef milliyetçi devrimin bizi getirdiği çukur budur; siyasal alan milliyetçiler gibi federalistler arasında da kaba güç ve etnik uzlaşmazlık üzerinden inşa olunmaya devam eder. Halbuki, federalistler için yegâne siyasi strateji ada üzerinde sahip-ortak (ve de ortak-efendi) olmayı reddederek federalist düşü tekrar keşfetmekten geçmelidir. Kıbrıslı Türk federalistler ‘Kıbrıs sorunu’ kurgusu altında bahşedilen imtiyazlı pozisyonlarını “siyasi ve ekonomik aranjmanların kaybeden tarafında kalanların” sesini silmek değil kuvvetlendirmek için seferber etmelidir.
***
Adanın evlatları iki tür masal üzerine büyütülmüştürler; bir yanda milli devrimin ölüm ve tahribatla bezeli saldırgan anlatımları, öte yanda Kıbrıslı romantiklerin dilinden dökülen türlü ‘birlikte yaşam’ öyküleri. 2003 sonrası ada üzerinde barikatların bir nebze delinmesi ile bu öykülerin envai şekillerde adeta yeniden canlandırmasına şahit olduk; belki de federalist düşün daha yeni nesil arasındaki yaygınlığında en önemli etkenlerden biri budur.
Romantiklerin hikayeleri üzerine büyüyen nesil adada özgürleşimci siyasal hareketi tekrar canlandırmak adına yaşadığımız distopik kriz alanından çıkmanın yollarını keşfe çıkmıştır. Yeni özgürleşimci hareketler geçmiş mücadeleleri reddetmenin değil; bilakis geçmiş mücadelelerin omuzlarına bastıklarının bilincinde ‘Kıbrıslı’ birlikte yaşam öykülerini milli devrimin katı kategorilerinin, etnik ikililiğin, enklavın boğucu mantıklarının, ikircikli diplomatik bir çözümün (federalist zafer) ötesine genişleterek onları yeniden keşfetmenin peşindedir. Bu hareketler Levent ve VOIS’in benzeşen ve birçok kez iç içe geçen dışlanma ve baskı mantıklarına karşı mücadele ettiğinin yazının başında bahsettiğimiz inkârcı cepheden çok daha farkındadırlar.
Bu yüzdendir ki eğer Emanuel ve öteki hainler sistemik ırkçılık, sistemik cinsiyetçilik, toplumsal cinsiyet, ev içi şiddet, mülteci hakları, LGBTQ+ hakları, militarizm, hayvan hakları… ve türlü baskı rejimlerine karşı kazan kaldırmazsa; meğer ki özgürleşimci siyasi mücadele yeniden telaffuz edil(e)mezse tecrübe ettiğimiz kâbus ortamı tek ‘gerçekliğimizdir’. Maalesef bu halet-i ruhiye ‘ötekini’ şeytanlaştırarak, nostaljik melankoli, saçma sapan bilek güreşleri veya en az milliyetçi devrim kadar vahşi ve tahribatlı olacak bir istirdat projesiyle iyi olacak değildir; bunu ancak kavramsal farkındalıklarımızda köklü değişimler sağlayabilir.
Federalizm diye sığındığımız bu ‘dik kafalı’, ‘dik duruşlu’ sığınak günden güne daha dar, daha boğucu bir hal alıyor; sığınağımız bizi sindiriyor! Özgürleşimci siyasi mücadele Kıbrıs sorunu ötesinde yeniden telaffuz edilebilirse ancak belki de ilk kez ‘hakikaten’ ulusötesi Kıbrıs’tan konuşmaya başlayabiliriz ve ancak böylesi bir alan hakiki bir dekolonizasyon müdahalesi olabilir.