
Ben Zalihe Yababa, 1953 yılında Baf kasabasının Vreçça köyünde doğdum.
Her insanın olduğu gibi, beni de doğup büyüdüğüm köyümde yaşarken birçok hatıralarım oldu. Bunları sizlerle paylaşmak istedim.
Vreçça köyü 500 nüfuslu bir yerleşim yeriydi. Trodos dağlarının eteğinde olan köyümüzün meyilli, inişli, çıkışlı bir coğrafyası vardı. Ovalara gimek için birçok engebeli yolardan geçerdik.
Bu da bize hayatın ne kadar inişli çıkışlı ve zorluklarla geçen bir yol olduğunu gösteren bir hayat dersi gibiydi. Köyümüz dağa yakın olduğu için her yıl kış aylarında kar yağardı.
Köydeki evimiz
Bizim köydeki evimiz iki dönüm bahçesi olan bir arazinin üzerine inşa edilmişti. Avluda, ekmek pişirdiğimiz fırın, onun yanında ise çeşitli hayvan beslediğimiz kümes vardı. Tuvaletimiz evden elli metre ilerideydi.
Bahçemizin bir kenarında kocaman bir ceviz ağacı vardı. Hemen altında çamaşır yıkadığımız taş tekne yer alırdı. Çamaşırlarımızı yıkamak için avluda ocak kurardık ve çamaşır suyunu bu ocakta kaynatırdık.
Bahçemizde akla gelebilecek her çeşit meyve ağacı vardı. Bahçemiz çok güzel ve özeldi.
MahalIedeki betondan dökülmüş su evleği ,evimizle yolun arasından geçerdi. Mahalle çeşmesi de evimizin hemen karşısındaydı. Burada çeşmeden ve evlekten gelen su sesleri, ağaçlarda oturan kuşların sesleri ve ağaçların yapraklarının bir birine vurmasıyla çıkan şırıltılar vardı. Yani doğayla aramız çok iyiydi ve iç içeydik.
Doğayla iç içe bir hayat
Biz köylüler sürekli olarak doğayla iç içe olduğumuzdan ve bahçede, tarlada çalıştığımızdan dolayı çok sağlıklıydık, nadiren hastalanırdık .O zamanda köyümüzü olumlu yönde etkileyen ünlü doktorumuz Ihsan Ali’ye giderdik. O kadar iyi doktordu ki biz ona Lokman Hekim derdik. Bu iyi kalpli İhsan doktor hastalardan çoğu kez para yerine dua alırdı. Kendisine giden hastalar bir defada şifa bulurdu. Çünkü kalbi gibi doktorluğu da çok iyiydi. Nurlar içinde yatsın.
Ben küçükken annemle birlikte bahçemizde olan meyve ağaçlarından toplar, civar köylere gider ve onları satardık. Eskiden bir köyden diğer köye gitmek için ulaşım aracı yoktu. O yüzden hayvanlarla giderdik bu köylerden biriside Ayanniydi.
Vreçça ile Ayanni köyü arasında bir dere vardı. Bu köye gidebilmek için bu dereyi geçmemiz gerekirdi. Bu geçiş esnasında tehlike yaşardık. Derenin içinde ağaç kütükleri vardı, ancak onlara basarak dereyi geçebilirdik. Her an suya düşüp sele kapılabilirdik.
Şimdi merak ederim, biz bunları yaparken bizi kim korurdu. Tabii ki yüce yaradan. Bir anne nasıl çoçuğuyla birlikte öyle zor yollardan geçerek köylere gidebilirdi.
Dere kenarında boy boy çınar ağaçları uzanıyordu. Bu ağaçların altında dinlenir, yemeğimizi yerdik. En güzel olan da yemekten sonra derenin en berrak yerinden akan sulardan kana kana içmemizdi. Köyümüze mevsimin yaz veya kış olduğuna aldırmaksızın gün batımıyla dönerdik. Dedemin köyümüzde uçsuz bucaksız tarlaları vardı. Bu tarlalara ekin ekerdi, bu ekinlerin biçilmesine bende gider yardım ederdim. Kalabalık olurduk ve ben sıramı alırdım, biçmeyi önde ben bitirirdim.
Bana, emeğimin karşılığı olarak dedem bir sene bir keçi vermişti. Bizim başka keçilerimiz da vardı. Bunların hepsine isimler takardık. Kimi kınalı kız, kimi kara kız. Ben en çok dedemin bana verdiği keçiyi severdim, Ona daha çok özen gösterir ve onunla çok ilgilenirdim. Adını da küpeli kız koymuştum .Çünkü kulakları küpeli gibiydi.
Bu anıları yazarken tabii ki geçmiş hayatımızı hatırladım. O yılar yaşanan tüm zorluklara rağmen yinede çok güzeldi. Zaten köyde doğayla iç içe, ovalarda iş yaparken, hayvanlarla vakit geçirilen zamanın nasıl akıp geçtiğini farkına bile varmazdık. Gerçek olan şu ki o zaman yaşananlar çok daha doğal ve sadeydi.
Keşke hep öyle kalsaydı.
Milarga bölgesi
Vreçça köyünün yüksek bir yerinde olan ve adına Milarga denilen ayrı bir yerleşim yeri vardı. Bu yer tepe yamaçlarına kurulmuş bir mahalleydi. Bu yerde tümü akraba olan beş aile yaşardı.
Bu bölgede oturan beş ailenin isimleri şöyleydi. Nenem Zalihe Ramadan ve eşi Ramadan Falyodi, nenemin dayısı Yusuf Şerebet ve eşi Hatice, babamın dayıları ve eşleri Halil Bulli eşi Fatma, Ali Gancali eşi Nigar, babamın teyzesi Elmaziye Özgür ve eşi Enver. Elmaziye hanım merhum Özker Özgür beyin annesi olurdu. Özker Özgür bu mahallede doğdu. Oturdukları evlerin damları killi topraktandı ve tek haneliydi. İlkbaharda kuşlar bu evlerin saçaklarına yuva yapardı.
Bu yerleşim yerinde1950 yılında İngiliz döneminde yapılan bir çeşme vardı. Bu çeşmenin yanında ekili bir zeytin ağacı vardı ve bu ağaç öyle büyük ve görkemliydi ki tüm çeşmeyi kaplardı. Bu yerleşim bölgesinden akmaya başlayan sular, tüm köye dağılan doğal güzelliklerden biriydi. Bu bölgede mevsimine göre çiçekler vardı ve kokuları mis gibi ortalığı sarardı. Bu çiçekler duvarlara sarılmış yaban gülleri, sarmaşıklar, orkideler ve nergislerdi.
Topraktan çıkan su üç dört metre yükseklikte fışkırırdı. Burada su depoları, suyu taşıyan evlekler, bir çok meyve ve sebze bahçeleri vardı. Bahçelerin etrafları taş duvarlar, kavak ve servi ağaçlarıyla çevriliydi. Bu yere de Subaşı denirdi.
Bu bölgede patika yollardan gidip gelirken, tavşan, keklik, geyik, ve tilkilere sık sık rastlanırdı. Bazı akşamlar bu bölgede olan bahçelerimizi annemle birlikte suvarmaya giderdik. Elektrik olmadığından dolayı karanlıkta bahçeyi görüp suvarabilmemiz için el feneri kullanırdık .Bazan bahçenin etrafında olan kamışlıklardan şırıltı sesleri gelirdi ve biz korkardık ama sonra oradan geçen bir geyik görür ve o sesleri onun çıkardığını anlar ve işimize devam ederdik.
Tarihe geçen Cemal Mida
Milarga bölgesinde oturan büyüklerimizin anlattığı ve tarihe geçen bir de efsane vardı.
İngiliz Sömürge döneminde yaşayan ve kan davası yüzünden Trodos dağlarına kaçan Vreçça doğumlu Cemal Mida vardı. Cemal Mida çok iyi bir kişiydi. İnsanları çok sever ve yardım ederdi. Mida’nın çok hayvanları vardı ve bunları dağlarda beslerdi. Binlerce hayvan olduğu için İngiliz yönetimi bu hayvanları dağda otlatmasını yasaklamıştı. O da hayvanlarını alıp düz ovaya inerdi. Fakat orada hayvanları olan çobanlar bunu rahat ettirmedi ve aralarında tartışmalar oldu.
Bu kavgalar esnasında Mida birisini öldürdü. polislere yakalanmamak için dağlara kaçtı. Çok kurnaz ve zeki olan Mida dağlarda yüzlerce, polis, asker ve jandarmayı peşinden koşturtur ve onlara yakalanmazdı. Bazen yakalanmamak için kadın giysisi olan çarşafları giyer ve kah Limasol’a kah Baf’a kaçardı. Bu kaçışlar ve kovalamacalar polisler ve Mida arasında oynanan bir saklambaç gibiydi. Karnını doyurmak için de bazı zamanlar Milarga’da oturan insanlardan yemek isterdi. Onlar da gizli olarak yemek verirdi. İngiliz hükümeti Mida’yı yakalatmak için onu sağ veya ölü getirene para ödülü vereceğini ilan etti. Mida dağlardaki hayatını dokuz sene sürdürdü, sora vurulup yaralı olarak ele geçirildi. İngiliz Mahkemesi tarafından yargılandı, idama mahkum edildi ve asılarak öldürüldü.
Berovasa ağacı
Vreçça köyüne çok yakın olan Trodos dağlarında birçok çam ağaçları vardı. Bu ağaçların arasında gövdesi ancak on beş insanın kucaklayabileceği kalınlıkta olan büyük bir çam ağacı vardı. Bu ağaca Berovasa çamı adı verildi. Hükümet bu ağacı koruma altına aldı ve Ormancı tarafından gece ve gündüz korunurdu. Bu devasa ve güzel olan ağacı görmek için birçok yerlerden insanlar gelerek ziyaret ederdi.
Subaşı ve bu Berovasa çamı Vreçça köyümüzün ziyaret edilecek en güzel ve önemli yerlerindendi.
Okul hayatımız
Okul hayatımıza gelince, biz okula hem sabah hem de öğleden sonra giderdik. Her cuma günü öğretmenimiz bizi camiye götürürdü, dini bilgilerimizi biz çocukluğumuzda okulumuzda öğrendik. Okulda bize sabah kahvaltısı verilir, bu kahvaltıda süt ve margarinli ekmek verilirdi. Bu güzel kahvaltıyı almak için sıraya girerdik sonra hep birlikte yerdik. Bunu yaparken de çok büyük mutluluk yaşardık. Okulun geneli zeki çocuklardı. Hepimiz okumaya çok meraklıydık. Ben okula giderken selvi ağaçlarından top top olan meyveleri toplar matematik dersinde hesap yapmak için kulanırdım. Bazı arkadaşlarda ise bu maksat için fasulye getirirdi. Okulda bize fazla kalem verilmezdi o yüzden küçülen kalemleri daha fazla kulanabilmek için kalemlerin başına tükenmez kalem kapağı koyardık.
Okulda bır kuruşa dört şeker satın alırdık ve arkadaşlarla bölüşerek yerdik. Bizim evin girişinde avluya girmeden önce çok büyük bir kaya vardı. Tüm mahalle çocuklarıyla bu kayaya çıkar aşağı doğru kayardık. Bazan ben burunlu bir taş alır ve bu kayanın üzerine çarpım tablosunu yazardım ve bu yazdıklarımı tüm çocuklarlan birlikte yüksek sesle okurduk. Böylece matematik dersisine de çalışmış olurduk.
İçimi acıtan olay
Benim çoçukluğumda yaşadığım ve aklıma her geldiğinde hala içimi acıtan bir olayı da sizlerle paylaşmak isterim.
1963 olayları olduğunda iki kardeşim terzilik mesleğini öğrenmek için Lefkoşa’ya gidip orada yaşayan amcamın yanında kalıyorlar ve her gün terziye gidiyorlardı.
Bir gün Annem kardeşlerimi görmek için Lefkoşa’ya gitmişti. O sırada 1963 hadiselerinden dolayı yollar kapandı ve annem köye geri dönemedi.
Bu arada ben ve diğer dört kardeşim babamla birlikte köydeydik. Üç yaşında olan en küçük kardeşim çok hastaydı ve o gece hastalığına yenik düşerek vefat etti. Ben ise o zaman on yaşındaydım.
Babam astım hastasıydı ve krize girdi. Ben ve kardeşlerim çok korktuğumuz için geceyi dışarıda avlumuzda geçirdik. Sabah olunca babamın amcasının oğlu olan Ali Guro’ya gittik ve durumu bildirdik. O da, mersin kesmememiz için bizi dağa gönderdi. Biz mersin dallarını kesip mezarlığa götürdük ve kardeşimizi defnettik.
Mezarlıktan çıktıktan sonra gecikmiş olmamıza rağmen saat 10’da okula gittik. Öğretmenimiz bu durumu bilmiyordu ve bizi sorgusuz sualsiz okula geç geldiğimiz için cezalandırdı ve cetveli dikey tutarak keskin tarafı avuçlarımıza vurdu. Bu olay yaşanırken yanımda olan kardeşimin gözlerine baktım hüzünlü halini gördüm. Hala o hüzünlü bakışlar benim hafızamda duruyor, hala dün gibi hatırlıyorum..
Okul hayatımla bir anım da şöyledir. Bir gün annem kapıları kilitleyip ovaya gitti. Öğlen okul dönüşü yememiz için yiyeceklerimizi bir sepet içerisine koydu ve ağaca astı fakat sepeti almaya boyumuz yetmediği için ben kardeşimi kucağıma alıp yukarıya kaldırdım ve oda sepeti almaya çalışırken sepet devrildi.
İçinde olan tüm yemekler üzerimize döküldü tüm üniformalarımız kirlenmişti. Telde serili olan yıkanmış ve yarı ıslak yarı kuru kıyafetlerimizi aldık ve üzerimizi değişdik. Sonra okula geri döndük bu seferde okula üniformasız gittiğimiz için öğretmenimiz yine ceza verdi. Bu ceza da karatahtanın önünde, tek ayak üzerinde yarım saat durmak oldu. Bu olayda içimi acıttığı için hiç aklımdan çıkmadı.
Köyümüze ait bir inanç
Şimdi de köyümüzde olan bir inancı size anlatmak isterim.
Meyve vermeyen ağaç meyve veren ağaçla evlendirilirdi.
Bu evlendirme işlemi yapılmak için de büyük amcamın eşi Hatice genaplam mahallenin tüm çoçuklarını toplar ve bizden bu evlilik için teneke çalmamızı isterdi yani teneke çalarak müzik yapardık.
Ağaçları evlendirmek için düğün kurulurdu. Ondan sonra meyve veren ve vermeyen ağaçların üzerine kurdela bağlanırdı. Düğün esnasında genaplam bize kendı yaptığı kesme şekerlerden ikram ederdi bunları yaparken de meyve vermeyen ağacın meyve vereceğine inanılırdı. Köyümüzde de elektirik yoktu, o yüzden güneşin doğuşuyla kalkar güneşin batışıyla yatırdık.
Köyümüzün düğünleri hep bir dayanışma içerisinde olurdu.
İnsanları düğüne davet etmek için davetiyeyle birlikte bir mum verilidi, mum vermekteki amaç yolar elektirik olmadıgı icin karanlık oldugunda düğüne giderken önümüzü görebilmek için o mumlar yakılırdı.
Köy halkı düğün sahibine yardımcı olmak icin yiyecekler götürülürdü ve pişen yemekler hep birlikte mutluluk içinde yenirdi.
Tüm bu yaşadıklarımı düşündüğüm zaman Vreçça köyünden doğup büyüdüğüm için çok mutluyum.
İnsanı olgunlaştıran, tecrübe sahibi yapan, hayatına değer katan hayat boyunca yaşadığı acı ve tatlı olaylardır.
Paylaştığım bu tecrübelerimden dolayı kendimi çok olgunlaşmış ve güçlü hissederim.
Yaşamak inişli yokuşlu yolları yürürken düşmekten korkmak değil düştükten sonra ayağa kalkmayı başarmaktır.