Peki, ya sıradan bir hikâye değilse? Peki, ya oyuncular amatör gibi değilse? Peki, ya sadece sosyal medyadaki hikâye paylaşımlarında kalmamışsa?
İşte o zaman kalemimle buluşacaktır oyun, kaçışı yok!
Sıradan bir hikâye, Mariya Lado’nun eseri. “Sahne 19” oyunu sahneye taşıyan ekip. Yönetmenleri ise Pınar İnandım.

Sahne 19 – Yetişkin Tiyatro Ekibi
Harika bir ekip olduğunu oyun ilerledikçe anlıyorsunuz, aralarındaki o uyumlu bağ, oyundan kopmamanızı sağlıyor ve kendinizi giderek bir çiftlikte buluyorsunuz, hatta o çiftlikteki hayvanlardan biri de siz oluyorsunuz, çiftlik sahibi aile bireyleri size tanıdık gelebilir ya da ilk kez tanışıyor da olabilirsiniz. Bu size kalmış fakat kaçışınız yok; oyun da, oyuncular da, konu da, sizi o sahneye taşıyor.
4 Ocak 2025 tarihinde Mağusa Belediyesi, sahne 19’u iyi ki misafir etmiş ve oyunu izleme şansı yakalamışız. Her zaman dediğim gibi sanatın hangi alanı olursa olsun, bazen sanat bize bazen biz sanata gidebilmeliyiz, mekân-zaman-yol demeden. Tabi ki her zaman olmuyor ve her birimizin binbir derdi vardır, bahanesi yerine. Fakat yakalama şansımız olduğu anda kaçırmamalı, sadece hikâyede bırakmamalıyız bazı oyunları.
Ve Onlar Sahnede!
Sıradan Bir Hikâye, sıradan bir hikâyeden bahsederken aynı zamanda sıra dışı bir hikâyeden de bahsediyor; eş zamanlı olarak. Bir yanda yasak bir aşk; Daşa ile Alyoşa. Bir yanda çiftlikteki hayvanların hayatı ve hayvanların gözünden dünya! Hatta sadece dünya değil dünyada tanıdıkları insanlar; sahipleri! Daşa ve Alyoşa’nın evlenmesi zor, kızın babası istemiyor, annesi de babasının isteklerine odaklı. Oğlanın babası ise istekli olsa da çaresiz kalıyor elinden bir şey gelmiyor, zaten bir de alkolik fakat aptal değil. Onların aşkı, ailelerin husumeti ki önceden iki baba aslında arkadaştı çocukken. Derken hayvanlar dile geliyor, çözümler arıyor kendilerince ve bir sürü olaylar, duygular, düşünceler o sahneyi dolduruyor ve artık sadece sıradan bir hikâye olarak tekstlerin üzerinde kalmıyor oyun.
Ve O Sahne!
Salona girip yerimizi alırken fonda bir piyano sesi, hüzne neden davet ediyor bu ses farkında değilim. Her ses farklı yerlere götürebilir insanı fakat orada kalmayı tercih etmek en iyisi. Gözlerimi kapatıp kendimi melodiye bırakıyorum kısa bir süre fakat bana çok uzun geliyor o zaman dilimi. Birilerinin sohbeti, flashbacklerle dolu olacak olan bir gecenin başlayacağının habercisi, derken “oyunumuza on dakika kaldı” çağrısı. Açıyorum gözlerimi. Heyecanlı adımlarla geldiğim salon, piyano tuşlarındaki vuruşların etkisi ile buruklaşıyor olsa da o atmosferde olmak bana çok iyi hissettirirken “buradaki herkes Kıbrıs’ın yerel halkı” sözleri beni köşe yazarlarımın köşelerine götürüyor, “Maronitler gibi bir gün bir köyde ziyaretimize gelecekler…” Kendimi çok kaptırmadan sahneye odaklanıyorum. Sahne ah o güzel sahne. Bizi öyle bir yere götürecek ki henüz hiç bilmiyoruz o yeri.
Ve O Sahnede!
Ve gelelim oyuna bu kadar girişten sonra.
At, köpek, domuzcuk ve inek sahnede. Hem de konuşuyorlar. Sohbet ediyorlar kendilerince. Replikleri, canlandırdıkları hayvanların çıkardıkları seslerle süslenmiş ve gayet de başarılı ve yerinde kullanılmış. Hayran kalmamak mümkün değil. Uçmak isteyen bir domuzcuk var, her şeyi merak ediyor soruyor ve hayal ediyor. Fakat aynı zamanda aç da. At diyor ki ona “uçmak mı yemek mi” “ye” diye bağırıyor diğerleri, yemeği seçmesini istiyorlar. At “ye” diyor ona “imkânsızı seçme.”
Siz olsanız neyi seçerdiniz; uçmayı mı yemeği mi?
Derken horoz beliriyor sahnede, horoz dediysem de horoz değil tam bir papağan. Radyo dinliyor ayrıca ve haberleri sadece çiftlikteki hayvanlara değil biz izleyicilere de taşıyor ara ara fakat temposunu kaybetmeyen bir hızla. Bazen anlıyoruz ne diyor bazen anlamıyoruz ama demokrasi dedi mi ooo yüreğimiz kabarıyor.
Pireler bile uçabiliyorken kendi uçamıyor domuzcuk ve bunu dert ediyor. Sahi neden uçamıyor? Sarıkız diye sesleniyorlar ineğe ve sütü varsa tamam, üstelik de hamile. Atın, atça hareketleri ilgi çekiyor, at sonuçta, saçlarını savurur gibi kullanıyor kolunu, amatör demişlerdi oyuncular için fakat sanki de onlarca oyunu geride bırakmış gibi bir halleri var.
Daşa ile Alyoşa birbirini seven iki genç. Aileleri karşı evlenmelerine, gizli gizli görüşüyorlar. Daşa hamile. At “küçük bir insan doğacak” diyor. Domuzcuk her şeyi merak ediyor, sıkışıp kaldı orada ne yapsın? Şehir nedir merak ediyor. Verdiği tepkiler öyle heyecanlı ki etkilenmemek mümkün değil oyunculuklar karşısında. “At en asil hayvan” ve “kadere karşı hepimiz aynıyız, yapacak bir şey yok” replikleri ile devam ederken domuzcuk yeniden soruyor “neden biz uçamıyoruz, uçmak istiyorum.”
Köpek, kostüm ve makyajı ile sevimli bir karakter oluyor sahnede. Bilgiyi genelde o taşıyor çünkü diğer hayvanlara oranla daha çok yer görme şansı var. Domuzcuğun soruları bitmiyor; dere nedir, sandal nedir, yüzüyor ne demek, uçaklar bile uçabiliyorken neden o uçamıyor…
Daşa ile Alyoşa, hayvanlar sohbet ederken ve dünyaya dair sorular – cevaplar bulurken, ara ara çiftlikte buluşup konuşuyorlar. Onlar gidince “hep aynı şeyi konuşuyorlar fakat hiçbir şey anlamıyorum” diyor domuzcuk. Diğerleri de anladığı kadarını anlatıyorlar. Köpek en iyi cevabı veriyor; “insanların bir sürü anlaşılmaz sözü var” diye.
Radyo dinleyen horozun her kelimesi ise bir alkış değerinde.
Aileler arasında çatışma sürerken Daşa için kürtaj kararı alıyor Daşa’nın ailesi.
“Olmaz böyle şey” repliğini ne hoş söylüyor Alyoşa’nın babası.
“Şimdi askere mi gidilir, her yerde savaş var” diyor Daşa’nın annesi.
Askere savaş olmadığı zaman mı gidilir diye düşünmeden geçemiyorum o anı. Alyoşa’nın babasının bir pasaportu var, aç aç geziyor. Çalışmak istese de nerdee…
“Para ne demek” diye soranın artık domuzcuk olduğunu siz de biliyorsunuz. “Her şeyi satın alabilirsin” yanıtını alsa da “satın almak ne demek” soruları ile devam ediyor sormaya. “Kanatlar alnır mı?” Alınmaz madem ne gerek var paraya değil mi?
At, insanların ne kadar garip yaratıklar olduğunu anlatıyor, giysileri olmasına rağmen giysiler almaya devam ettiklerini falan. Peki, parayı nereden buluyor insanlar? Ceplerinden! Çantalarından çıkarıyorlar. Alyoşa ve babasında neden para yok o zaman; onların cepleri yok mu? Ne haklı bir soru bu domuzcuk.
Daşa’nın babası hayvanların yanına geliyor. Bir hazırlık yaptığı belli de neyin hazırlığı bu? Domuzcuğun kafasına ip geçiriyor. Domuzcuk sahibine hayran, âşık derecesinde hayran. Çok ama çok seviyor onu. Öyle sevgi dolu, heyecanlı, meraklı ki… “Bağırma” diye bağırıyor ona sahibi. “Bana konuşuyor” diye mutlu oluyor domuzcuk. “Beni gezmeye götürecek” hayalleri kurarken sahibi ipinden çekiyor ve aslında son sözlerini dile getiriyor o tatlı meraklı domuzcuk. Bıçak sesleri yükselirken sahne ışığı, tüm diğer efektler, o anın bu derece canlı ve içten canlandırılması, bir hayvanın ruhunu hissetmenize neden olabiliyor. Etobur insan topluluğu olarak o an et yemeyi bırakabilirsiniz; sahne öyle bir sahne.
Hayvancılıkla uğraşan ailelerin parçası olduğumuz için zordur bunu başarmak ve dengesi yoktur elbette dünyanın fakat o sahne, bir hayvanın acısını çok derinden hissetmenize neden oluyor.
Yağmur sesi, ışıklandırma, sahnedeki kahramanların repliklerine dikkat çekme amacıyla yapılan aydınlatma efekti, her şey ama her şey doyumsuz bir zevk veriyor. Tiyatro dili bilsem de size o dille anlatabilsem fakat sadece seyirci gözüyle anlatabiliyorum şimdilik.
Bir domuzcuğun sonu. Birkaç damla yaş. Hüzün ve yine fonda piyano tuşlarındaki vuruşlar. Artık o vuruşların hüzün olduğunu kesinlikle biliyorum.
Ara Verilirken “biz kimiz”
Işıklar açılıyor, piyano sesi devam ediyor hüznü tam da dozunda salona yaymaya. Yanımdakiler bir şey olmasın diye göz kulak olmamı isterken eşyalarına “bir şey olmaz, olur, ben bilmez miyim bizim insanımızı” sözleri birer replik oluyor kulağımda; o zaman ben sizin insanınız değil miyim ya da sizin insanınız kim…
Domuzun sahnesi bu kadar mıydı yoksa ikinci bir karaktere mi bürünecek diye düşünürken oyununun bitmiş olması düşüncesi hüzün veriyor, çok canlı ve heyecanlı bir karakter. Oyunculuklar profesyonel seviyesinde diye belki öyle geliyor. Hareketli sahneler de durağan sahneler de oyundan uzaklaşmanıza engel. Zaman yönetimi yerinde kullanıldığı için kopmadan ilerliyorsunuz oyunun içinde; seyirci ve oyuncu eş zamanlı.
Hayvanlar sizi anlamıyorlar, ben sizi anlamıyorum, biz sizi anlamıyoruz, insanları anlayamayan her canlı hayvan mı yoksa? Bir domuz olabilir miyiz biz de uçmak istediğimiz ya da sizi anlamadığımız için? Bir horoz papağanı ya da bazılarımız? Birer at, asil ve bilgili. Bir inek yahut süt verdikçe sevilen. Sahibi etrafında pervane bir köpek? Olabilir miyiz…
Sahneye Dönelim!
Hayır hayır dışarıda yağmur yağmıyor, öyle sanabiliriz bir an ama oyundaki yağmurun sesi bu.
O da ne? Domuz çiftliğe bakıyor yukarıya yükselerek. Ne kadar seviniyoruz onu görünce. Hem de artık uçabiliyor wauww. O sahne dekoru ardından o uçuş kusursuz. Kapıyı açıp hayvanların yanına geliyor domuzcuk. Artık bu dünyada değil yaşamıyor fakat geldi. Köpek soruyor; “sırtındakiler ne?” Yanıtlıyor domuzcuk; “kanatlarım!”
Eskiden her şeyi o sorardı şimdi her şey tersine döndü. Günahı yedi madde ile açıklayabiliyor olsa da, öfkenin ne olduğunu ve bazı konuları henüz yeni diye açıklayamıyor. Biraz rahatlıyoruz söyledikleri karşısında. Tüm hayvanlar melek oluyormuş meğer. Aralarında çok az insan var. Bir de çocuklar ve “şampiyon melekler.” Hüzne döndürüyor oyuna yeniden çünkü Mağusa hüzün şehridir ve biz hüzünle yaşayan insanlarız her evresinde yaşamın. Gözyaşları dağılıyor horozun konuşması ile. Horoz her şeyi dağıtıyor düşündürüyor zaten. Soruyor domuzcuğa yaşıyor mu diye domuzcuk hayır diyor. Uçmak hafiflik ama yaşamak daha güzel geliyor domuzcuğa. Uçabiliyor ama içi boş. Her şeyi biliyor, merağı yok oldu. Ölmek korkunç ama sonrası iyi.
Daşa’nın çocuğunu aldırmak isteyen ailesine dönecek olursak kürtajın ne olduğunu bile öğrenmiş domuzcuk. Şimşekler çakarken çiftlik sahibi adam yani patron, hayvanların yanına giriyor ve insanlar domuzcuğu göremez, domuzcuk sahibinin yanına gidiyor “patron kestin beni, ben seni ne kadar sevmiştim.”
Sahnede sadece onlar varmış gibi, ikisi varmış gibi aydınlatma sadece onların üzerinde yoğunlaşıyor. En muazzam bulduğum sahne efekti. Doğru zamanda, yerinde kullanılan her efekte ayrı hayran kalıyorum.
“Korkunç..” “hayat işte..” “Demokrasi nerde” diyor horoz, “adalet nerde?” “İsyan isyan!!”
Daşa’nın tayı, buzağısı, domuz yavrusu için bir şey yapmalılar. Kurtarma planı! Kur-tul-ma-lı-yız!
Alyoşa’nın babası domuzu görebiliyor, hayvanları duyabiliyor ama nasıl? Domuzu sadece hayvanlar ve küçük insanlar görebilir. Domuzun öteki dünyadan geldiğini öğrenen baba, domuzdan karısına selam söylemesini ve daha birçok şeyi ricada bulunuyor.
Daşa’nın çocuğunun doğması için birinin ölmesi gerektiğini savunduklarından kimin öleceğini bulmaya çalışıyorlar ve at, ölecek olan kişiyi bulmak zor diye gönüllü oluyor ölmeye ama nasıl ölecek? Öl hadi deseler de nasıl ölecek bilmiyor ki. Köpek, sahibinin tüfeğini getirse de tüfeği bir insan kullanmak zorunda, tüfekler insan eline göre yapılmış. Alyoşa’nın babasına veriyorlar tüfeği, baba yapamıyor, atın bir ismi olduğunu bile yeni öğrenmişlerdi; ablacık.
Hem cephede düşman var, burada düşman yok ki. Hem “düşman kim” diye isyan edebiliriz sahne müsait. Horoz da militarizme karşı zaten. Yok, baba yapamıyor. Bütün insanlar bunu yapamaz ki haklı!
Horoz sesi ile yeni gün doğuyor. Baba intihar etmiş, kalbinden vurmuş kendini, derece yatıyor. İlk sahnede ölen domuz, ikinci sahnede ölen insan; acıları daha az ya da daha çok değil. Aynı. Cidden aynı. Aynı derecede vermişler acının dozunu.
Gittiler hayat işte…
Melek oluyor o da, dekorlar ardından uçuyor ve torununun doğduğunu öğreniyor. Daşa ve Alyoşa artık mutlu. Kızları olmuş. Daşa’nın anne ve babası da mutlu. Torunlarını aşırı seviyorlar belli. Alyoşa kızının adı ne olsun diye düşünürken babası defalarca sesleniyor göklerden “Maruşya” diye. Sonunda duyuyor da bu ismi veriyor kızına.
Küçükken çok oynardı ikisinin babası. Şimdi ikisi de aynı sahnede fakat birbirini göremiyor. Biri gitmiş diğeri gitmeyi bekliyor misali…
…
Sahne 19 için söylenecek çok şey var. Olmayan bir şeyi yaratmak, üretmek, gönülden bunu yapmak ve içindeki heyecanı bu şekilde yansıtabilmek, yaşatabilmek, alkışa değerdir. Gerek oyuncuların performansı, gerek yönetmenin gözü ile değerlendirilip sahneye taşınması, gerek oyuncuların karakterlerini tam beden olarak giymesi oyunu eşsiz kılmıştır gözümde. Kaçıranlar için üzgün, varyantını izleyebilecek olanlar için mutluyum. Yeniden ve yeniden “iyi ki tiyatro var” dedirttiniz. Teşekkürler ve içinizdeki heyecan hiç ama hiç sönmesin:
Çiğdem Kutlu Güney; domuzcuk karakteri, ki unutulmayacak bir karaktersin artık zihnimizde.
Emre Şaşmacıoğlu; Alyoşa’nın babası (komşu) kendine has karakter.
Şölen Üstüner; horoz papağanı ki sahneye ayrı bir renk, zihnimize de asi bir kişilik kazandırdın yeniden.
Keziban Demirel; at karakteri bilgili – asil canlı, ablacık.
Alphan Bayazıtoğlu; patron yani Daşa’nın babası ve domuzcuğun hayran olduğu adam.
Ykbal Ruzimova; karabaş, sevimli köpecik.
Esin Fatma Çiftçi; Daşa’nın annesi (teyze) ve çok daha fazlası
Betül Bozkurt; Daşa ve daha fazlası
Alp Emre Acar; Alyoşa ve çok fazlası
Emine Tek; inek karakteri (sarıkız) ve daha fazlası
Pınar İnandım; bir kez daha yönetmenin ne kadar önemli olduğunu anlamamızı sağlayan göz.
Ve diğer tüm emek verenler ve izleyenler…
Hatta seçilen fon müzik. Serdar Kalafatoğlu’nun bestesi. Piyano tuşlarına hüzünlü vuruşlar…
Her birinize kuvvetli bir alkış.