Karikatür: Utku Karsu
KKTC bir “başarısızlık öyküsü” değil, tersine 39 yıldır kurulma amacına layık olmak için canla başla çalışan başarılı bir devlettir.
Biliyorum, itiraz edenleriniz olacaktır; “ne başarısı yahu!” diye bana kızanlarınız bile olacaktır.
İsterseniz, bu yazıyı sonuna kadar okuyup, kararınızı ona göre veriniz; KKTC bir başarısızlık mı, yoksa başarı öyküsü mü diye…
KKTC’nin bir “başarısızlık öyküsü” olduğunu savunmak için, öncelikle; başarılı olsun diye kurulduğunu varsaymak lazım. Tıpkı sevgili Arif Hasan Tahsin gibi mesela; “biz bağımsızlık derken, Ankara’dan da bağımsız bir devlet kuruyoruz zannederek desteklemiştik.”
Ama, Arif Hoca, kuruluşun hemen ardından zannettiğinin gerçek olmadığını, tersine Ankara’ya göbekten bağımlı bir devlet yaratıldığını farketmeye başlamış olacak ki, Anayasa’sına hayır demek için KTÖS ile beraber kolları sıvamıştır.
Ama, atı alan Üsküdar’ı değilse de, Lefkoşa’yı geçmiş ve adını da Lefkoşe yapmıştır bile…
O günden başlayarak Ankara, hep bir adım ileri atmıştır KKTC ile ilgili.
Sonradan görmeye başlandı ki, aslında bağımsız olsun diye kurulmamıştır KKTC…
İşte o ilan gününü takip eden günler, aylar ve yıllar içinde hep yeni adımlar atılmıştır Ankara’nın KKTC üzerindeki hakimiyetini sağlamlaştırmak için.
Bir dönem sonra, Kıbrıslı Türklerin “hayal kırıklığı” üzerine, yarayı deşercesine aşağılama, değersizleştirme ve kimliksizleştirme hamleleri gelmeye başlandı arka arkaya…
Zaten, KKTC kendi ilan ederken bile Kıbrıs Türk toplumunun dünya ile olan ve “pamuk ipliğine bağlı” ilişkilerini de koparmayı, “Türkiye bize yeter” zihniyetini hakim kılmayı hedeflemiyormuydu ta baştan?
İşte bunun için önce ekonomi iyice Ankara’nın insafına ve “protokollerine” bağlandı, güvenlik (ne olur ne olmaz diyerek) TC Genel Kurmayı’nın emir komuta zincirinin bir halkası yapıldı Anayasa marifetiyle…
O anayasa ki, dönemin TKP liderlerince “çok demokratik” diye onaylanmıştı…
Ne kaldı geriye?
Nüfusun hem psikolojik bir baskı aracı, hem de (ne olur ne olmaz) seçim ve referandum mizansenlerinde istendiği gibi yönlendirilmesi amacıyla demokrafik yapısını değiştirmek üzere politikalar geliştirildi, dolaplar döndürüldü…
Nihayet, güneyde “hayır” deneceği garantilenince, kuzeyde “evet” için düğmeye basıldı. Bunu “bağımsız barış iradesi” zannederek, Ankara’nın bir hamlesi olduğunu görmek istemedik. Bugünkü “2 devletli çözüm” formülasyonunun temellerinin ta o günlerden atılmaya başlandığını göremedik, görmek istemedik…
Büyük heyecanlarla seçtiğimiz “toplum liderlerimizin” aslında Ankara’nın onayı ve (açık veya örtülü) desteğiyle saraya oturduklarını göremedik, görmek istemedik…
“Toplum liderlerimiz” görüşme masalarında Ankara’nın politikalarını savunurken bile,“dur bakalım n’olacak?” diye bekledik hep…
Anlayamadık ki; federasyon derken bile hep Ankara’nın borusunu üflüyormuşuz…
Ve, geldik dayandık günümüze; Cumhurbaşkanının ölümle tehdit edildiği, başbakanların başbakan sayılmadığı, parti başkanlarının parti başkanı sayılmadığı günler geldi çattı; “gıkımız çıkmadı”…
Ankara bizi “hediye” yağmuruna tuttu. Önce balonla, sonrasında borularla su getirdi, “size kabloyla elektrik da getirecem” dedi…
Şimdi de külliye hediye ediyor bize, “hediyeme karşı çıkanlar karşılarında TC Devletini bulacaklar” diye de tehdit ederek…
Ve, bizler tüm bunlara karşı ne yaptık veya ne yapıyoruz?
Şimdi, elinizi vicdanınıza koyun, ya da akıllı ve de objektif olun ve başta sorduğumuz soruya tekrar bakın:
KKTC bir “başarısızlık öyküsü” mü?
Yoksa, bu “başarısızlık öyküsü” KKTC’ye sarılanların öyküsü mü?