İnsanın özgürleşmesine giden yolda, tüm içindeki duyguların tamamını kabul etmek çok önemli bir rol oynamaktadır. Kişi ancak kendi içindeki tüm duyguları hissetmekten korkmadığı bir hale geldiğinde ve bu duygulara yüklediği anlamları nötr bir hale getirmeyi başardığında, özgürleşme yaşamaya başlar. Hem kabul etmek, hem de bu duygularla iligili kolaylıkla konuşabilme noktasına gelindiğinde, insan yine bu özgürlük yolculuğunda en önemli adımlarından bir tanesini atmış olur.
Duyguları kabul etmek ve hissetmenin önemini fark ettiğimden beridir, kendimi duygusal olarak kolaylıkla ifade edebilmek ve duygularımı kolaylıkla hissedebilmek adına bayağı bir emek koyuyorum. Kademe kademe, ben onları kabul edip hissettikçe ve yüklediğim anlamları görüp üstlerinde çalıştıkça, hem içsel gerçekliğim hem de hayatım değişiyor. Ancak bazı duyguları hissetmemek için verdiğim mücadeleyi bile fark edemeyeceğim kadar güçlü mekanizmalarla örmüşüm kendimi. Bazı duyguları hissetmekten o kadar korkmuşum ki, bu duygulara yüklediğim anlamlar kendi hapishanemi yaratmama sebep olmuş. O kadar karanlıkta, ulaşılmaz bir noktada kalmış bir hapishane ki, bu hapishanenin anahtarını bile bulmak çok zorlaşmış. Reddedilme, istenilmeme, onaylanmama, sevilmeme, terk edilme korkularına yüklediğim anlamlar o kadar güçlüymüş ki… Ama bu duyguların da altına baktığımda, yalnız hissetmeye yüklediğim anlam çıkıyor ortaya. Henüz farkındalığında olmadığım, ama farkında olmak için hazır olduğum bir anda ‘Ben’ den bana doğru sürpriz bir itim gücüyle, ‘bu duyguları hissetme vakti’ diye bir fısıltı geliyor içimden. Duygular sonunda kendilerini dışarıya atmak için can havliyle tüm itiş ve çekiş gücünü kullanıyorlar. Onlar bile usanmış bu kadar karanlıkta kalmaktan, görülmemekten ve baskılanmaktan. Beraberinde gelen hafiflik, teslimiyet ve özgürlük…
Bedenlerimiz, hissetmemek için mücadele verdiğimiz duygularla dolu. Hal böyle olunca fiziksel, zihinsel ve ruhsal hastalıklar kaçınılmaz bir durum oluşturuyor. Oysa ki bu duygular hissedilip, görüldüğü günün özlemiyle içimizde var olup, beklerler. Kendilerini ait oldukları yere, hiçliğe taşımak için can atarak çıkmaya hazırdırlar her daim.
Disfonksiyonel nefes alışkanlıklarıyla kendimize muhteşem içsel hapishaneler yaratabiliyoruz. Bunu kendimizi korumak için yapıyoruz. Ancak bu durumda şu soruyu da sormamız gerekiyor; acaba daha ne kadar kendimizi savunmak ve korumak için bilinçsizce yarattığımız mekanizmalarla hayatımızı sürdüyoruz ve bunlar hayatımızda nelere sebep oluyor?
Güzel haber ise, yine nefesimizle yarattığımız bu zindanlardan, yine nefesimizi kullanarak çıkmamız mümkün. Nefesimizle yeniden tanışarak, kendi özgürlüğümüze doğru muhteşem bir adım atabiliyoruz. Nefesini özgürleştirdikçe, zihnin ve bedenin de ayni orantıda özgürleşmeye doğru yol alır. Sen kendini yeniden tanımaya ve hiç olmadığı kadar gerçek bir yerden tanımaya başlarsın. ‘Ben’ sonunda, buraya olmak için geldiği insan olur ve hayatı bir kez daha eskisi olmaz. ‘Ben’ sonunda kendi hayatının liderine dönüşür ve en başından beridir onu bekleyen kendi muhteşemliğini yaratır ve deneyimler.