8 Eylül 1979 sabahı, cesedi Paris’in bir ara sokağında arabasında bulunduğunda, yanında boşalmış bir uyku ilacı kutusu ve kısacık bir intihar notu vardı:
“Diego, sevgili oğlum, beni affet. Artık yaşayamıyordum. Beni anla. Bunu yapabileceğini biliyorum ve seni sevdiğimi biliyorsun. Güçlü ol. Seni seven annen…”
Derleyen | Arif Mostarlı
Kaynak | Özgürlükçü Demokrasi
‘Dünyanın en güzel kadını’ Jean Seberg, orada, mavi bir battaniyenin içinde, çürümüş bir bedendi artık.
Daha önce de denemişti bunu, kendisini trenin altına atmış ama ölmeyi başaramamıştı.
Neyse, bu kez olmuştu işte… FBI Başkanı J. Edgar Hoover purosunu keyifle tüttürebilirdi: ‘Lanet olası sürtük, sonunda geberdi!’
Hedef tahtasında…
1938’de Amerika’da dünyaya gelmiş olsa da kariyerini büyük ölçüde Fransa’da devam ettiren Seberg, yönetmen Otto Preminger tarafından keşfedildiğinde henüz 17 yaşındaydı. 18 binden fazla adayın arasından seçilen Seberg, “Saint Joan” filminde oynadı ve Jeanne d’Arc’ı canlandırmış olduğu için “Saint Jean” olarak anılmaya başladı. Daha sonra ise, büyük yönetmen Godard’ın “Serseri Âşıklar” filmi geldi ve Seberg’i oyunculuk hayatının zirvesine taşıdı. Filmin, Jean Paul Belmando ve Seberg’in fotoğraflarıyla bezenmiş afişi, bugün bile hala akıllardan çıkmamıştır.
Ama bu arada, suyu ısınmaya başlamıştı artık… McCarthy döneminin zehir hafiyesi, Hollywood’un üstüne bir kâbus gibi çöken FBI Başkanı Hoover, kirli raporlarını hazırlıyordu. Seberg’in asıl suçu, ‘sarışın bebek’ olmakla yetinmemek, haksızlığa karşı haklı olanın yanında yer alma cesaretini göstermekti. Öyle kenardan köşeden de değil; Seberg doğrudan doğruya siyahların silahlı devrimci hareketi Kara Panterler’e (Black Panter’s) destek veriyor, bunu açıklamaktan kaçınmıyor ve bütün bunlar FBI çetesini çıldırtıyordu. ‘Aptal sarışın’ olmak yerine korkusuzca devrimcileri destekleyen Seberg, yok edilmeliydi.
Çarklar dönmeye başlıyor
Ve mekanizma harekete geçti! Hoover, emirler yağdırdı. Hollywood, onun için giderek cehenneme döndü, özel hayatı kurcalandıkça kurcalandı… ‘Dünyanın en güzel kadını’ diye onu göklere çıkaranlar, vahşi bir linç histerisiyle saldırıyor, her şeyini didik didik ediyorlardı. 1969 yılların sonlarına doğru eşi Romain Gary’dan ayrıldığında yeniden yüklendiler.
Sonunda, kimliği belirsiz bir ihbar mektubu ulaştı Los Angeles Times gazetesine. Kara Panterler örgütüne destek veren bir kadın sinema oyuncusunun, örgütün liderinden hamile kaldığı iddia ediliyordu. Linç başlamıştı! Sonra, Hoover’ın Başkan Nixon’a yazdığı rapor basına sızdırıldığında, isim de açığa çıktı: Jean Seberg…
FBI bu dezenformasyonla, çok kirli bir ‘şehvet’ hikâyesi yaratmak isterken, Seberg, hem bu yalanla savaşıyor hem de “Kara Panterler”e desteğini de tekrarlıyordu. Ama vurdukları yer çok iğrençti; Psikolojik çöküntüye giren Seberg, hamileliğinin yedinci ayında hastaneye kaldırıldı. Hastaneden bir arkadaşına yazdığı mektubunda şunları söylüyordu: “Çocuğumu düşürmemek için dişi bir kaplan gibi mücadele ediyorum. Irkçı Amerika için dillere destan bir olay olacak.”
Ama yetmedi… Sezaryenle alınan bebek iki gün bile yaşamadı.
Yıkılmış bir şekilde taburcu olduğunda ise bir kadının, bir annenin asla yaşamaması gereken bir şeyi yaşadı Seberg. Morgdan aldığı bebeğiyle dışarıya çıktığında, gazeteciler onu bekliyordu. İki eliyle bebeğini havaya kaldırdı ve “Bakın bebek beyaz!” diye seslendi…
Geri sayım…
O andan sonra, bir şeyler ölmüştü artık… Tutunamadı… Hiç tutunamadı… Aradan yıllar geçti ama o günden güne çöküyordu, sık sık intiharı denedi, başaramadı.
Nihayet, 1979’un ağustosunda, kayboldu ortadan. Bu kez becermişti! Bir hafta sonra, arabasında ölü bulundu. Savaşabilecek kadar güçlü değildi o; teslim olacak kadar da alçak değildi. Kendine kıydı işte, ne yazık! O muhteşem güzellik ve incecik ruhu ezdiler, kalbini linç ettiler.
Cenazesinde konuşan Rahip Johnson: “Jean’i bir azize ya da bir tanrıça gibi görmek için burada değiliz. Biz hikâyenin öbür tarafını dile getirmek için buradayız. O, benzemek istediği Jeanne d’Arc misali, adaletsizliğin karşısında duran bir savaşçıydı. Sanki ondan bir ses duymuştu; o sesten sapamadı” diyordu.
Bugün bile kim hâlâ devletten dersini almamışsa, kim ‘kımıldamazsan zincirlerini hissetmezsin’ sözünün anlamını kendi yaşamında test etmemişse, Seberg’in gözlerine bakıp bir kez daha düşünmelidir…