Kaynak: Jacobin
Çeviri: S. Erdem Türközü/ Dünyadan Çeviri
1947’de görünüşte alakasız iki olay yaşandı. İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kaleme alındığı ve kurucu üyeleri arasında neoliberalizmin öncü kuramcıları Friedrich Hayek ve Milton Friedman’ın da yer aldığı bir grup olan Mont Pelerin Derneği’nin kurulduğu yıldı.
The Morals of the Market: Human Rights and the Rise of Neoliberalism’de [Piyasanın Ahlakî Değerleri: İnsan Hakları ve Neoliberalizmin Yükselişi] siyaset felsefecisi Jessica Whyte, insan haklarıyla neoliberalizm arasındaki tarihsel ve kavramsal ilişkiyi araştırıyor. İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetine yanıt olarak, Birleşmiş Milletler delegeleri bir evrensel haklar listesi oluşturmak için bir araya geldi. Eşzamanlı olarak, insan haysiyeti ve özgürlüğünün tehlikede olduğu duruma ilişkin benzer kaygılarla motive edildiği iddia edilen uluslararası liberalizmi canlandırmak için Friedrich Hayek’in öncülük ettiği bir çaba sürüyordu.
BM insan hakları delegeleri ve ilk neoliberaller, savaşın yarattığı toplumsal krizlere doğru çözüm konusunda anlaşamadılar. İlki, savaş sonrası düzenin temeli olarak kapsamlı bir toplumsal ve iktisadîk haklar listesini kabul etti. Aksine diğerleri, devlet refahını ve planlamasını “Batı Uygarlığı”na yönelik totaliter tehditler olarak betimledi.
Whyte, hükümetlerin, ideologların ve entelektüellerin, yarattıkları piyasa temelli topluma uygun ahlaki bir dil sağlamak için insan hakları söylemini benimsediğini savunuyor. Bu, neoliberaller insan haklarının radikal içeriğini ortadan kaldırmasıyla mümkün oldu.
Whyte, Jacobin’le neoliberalizmin krizi ve bundan sonra ne gelebileceği hakkında konuştu.
AS
Bana Morals of the Market’in arka planından söz eder misin? Sizi bu kitabı yazmaya hangi sorular yöneltti?
JW
1970’lerin sonlarından itibaren bir yanda siyasî mücadelenin baskın dili haline gelen insan haklarıyla, aynı dönemde yaygın olarak benimsenen neoliberalizm arasındaki ilişkiyi anlamaya çalışıyordum. Neoliberal çağımızın neden haklar çağı olduğunu anlamakla ilgileniyordum. Bu yüzden İnsan Hakları Komisyonu’nun İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni yazmaya başladığı 1947 yılına dönmeye karar verdim.
Söz konusu yıl bir grup iktisatçı, filozof ve tarihçinin bir İsviçre dağ köyünde Mont Pelerin Derneği’ni oluşturmak için bir araya geldiğini de gördü. Dernek başlangıçta Friedrich Hayek tarafından toplandı ve sosyalizmin, sosyal demokrasinin ve diğer “kolektivist” akımların yükselişine karşı koymak için uluslararası liberalizmi canlandırmaya çalıştı. Kurucu üyeleri arasında Ludwig von Mises gibi Avusturya Okulu iktisatçıları, Wilhelm Röpke ve Alexander Rüstow gibi Alman Freiburg Okulu’nun Ordoliberalleri ve Chicago Okulu iktisatçıları Milton Friedman ve Frank Knight vardı. İsviçreli diplomat William Rappard, İngiliz iktisatçı Lionel Robbins ve Fransız filozoflar Bertrand de Jouvenel ve Raymond Aron da dahil olmak üzere bir dizi başkaları da katıldı. Bugün hala var olan Mont Pelerin Derneği, onlarca yıl boyunca dünya çapında neoliberalizmi tanımlamaya ve savunmaya devam eden bir neoliberal düşünürler kolektifi haline geldi.
Neoliberallerin kendilerinin insan haklarını nasıl anladıklarını ve insan haklarını nasıl ilişkilendirdiklerini ve 1970’lerden itibaren öne çıkan insan hakları siyasetinin gelişimine katkıda bulunup bulunmadıklarını bilmek istedim. Araştırmam ve ondan geliştirdiğim kitap, insan hakları düşüncesinin neoliberal düşünce ve pratikteki rolünü anlama girişimidir.
AS
Solda, neoliberalizmin ahlakdışı bir bakışaçısı olduğuna, yalnızca iktisadî rasyonalizme ve sınırsız büyüme hedefine bağlı olduğuna dair yaygın bir varsayım var. Elbette bunun ahlaki sonuçları var. Ancak kitabınızda, neoliberalizmin en başından beri ahlaki bir proje olduğunu savunuyorsunuz. Neoliberalizmin insan hakları kuramlarının gelişimini etkilemesinin ve bu gelişimden etkilenmesinin nedeni budur. Ahlaki bir proje olarak neoliberalizmin bu analizi, onun 1940’lardan itibaren nasıl geliştiğine dair anlayışımızı nasıl değiştiriyor?
JW
Neoliberalizmi, insanları “homo economicus”a indirgeyen ahlakdışı bir iktisadî rasyonalite olarak gören baskın anlayışlardan birinden çok memnun değildim. Bu yorum, Mont Pelerin Derneği arşivlerinde bulduğumla çelişiyordu.
Mont Pelerin Cemiyeti’nin 1947 kuruluş belgelerine baktığınızda farklı bir tablo ortaya çıkıyor. Kendi sözleriyle neoliberalizmin kurucuları, “uygarlığın temel değerlerinin tehlikede olduğuna” inanıyordu. Onlara göre bu uygarlık krizi, mutlak ahlaki standartların inkarının sonucuydu. Bunun ışığında birçok neoliberal, aile değerleri, bireysel özgürlük, kişisel sorumluluk ve piyasa rekabetinin sonuçlarını kabul etmeyle ilişkilendirdikleri “Batı Uygarlığı”nın ahlaki meşruiyetini savundu.
Neoliberaller için önemli olan piyasa rekabetinin, mal ve hizmetleri dağıtmak için daha etkili bir araç olması değildi. Aksine piyasa, siyasî iktidara karşı toplumu eşgümleyebilecek merkezi bir kurumdu. Özellikle Friedrich Hayek, piyasanın ahlakı olarak gördüğü şeyi formüle etmek için çok çaba sarf etti. Özgür bir toplumun ancak insanların yüksek düzeyde eşitsizliğe tahammül etmesi ve piyasa düzenine toplu olarak müdahale etmekten kaçınması halinde hayatta kalabileceğini savundu. Rekabetçi bir piyasa düzeninin başarısı, bu inançların telkin edilmesine dayanıyordu.
AS
Bugün, bu bakışaçısı neoliberalizmin ahlaki misyonunu anlamamıza nasıl yardımcı oluyor?
JW
Bence bu, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde yerleşik olan toplumsal muhafazakârlık ve neoliberalizm arasındaki ittifak anlayışımızı değiştiriyor. İlk çalışmalarında, siyaset kuramcısı Wendy Brown, sosyolog Melinda Cooper gibi bu sorunu ele aldı. Her ikisi de, cinsel devrimin ardından, kuru, ahlaksız, iktisadî neoliberallerin -özellikle Şikago iktisat okuluyla bağlantılı olanların- neo-muhafazakârlar, evanjelikler ve toplumsal muhafazakârlarla nasıl ortak bir dava oluşturduklarına dair bulmacayı çözmeye çalıştılar.
Odağımızı Amerika Birleşik Devletleri’nden 1940’ların Avrupa’sına kaydırırsak, toplumsal muhafazakârlığın neoliberalizme dışsal bir eklenti olmadığı netleşir. Aksine, baştan beri neoliberal paketin büyük bir parçasıydı. Neoliberal düşünürlerin, Hristiyanlığın ya da Batı Uygarlığı’nın üstünlüğünün güçlü savunmalarını bulmak için neoliberal hareketin dışına bakmalarına gerek yoktu. Ailenin savunmasını bulmak için başka bir yere bakmaları da gerekmiyordu. Alman neoliberal Wilhelm Röpke, aileyi, “kadının doğal alanı, çocuk yetiştirmek için uygun ortam ve hakikaten toplumun esas hücresi” olarak tanımladı. Gerçekten de, ileri sürdüğüm gibi, erken neoliberal düşünürler, sosyal demokrasinin ve refah devletinin yükselişinin, kadınların ailedeki doğal rolünü gasp etmekle tehdit ettiğine inanıyorlardı.
AS
Diğer akademisyenler -özellikle Yale’de hukuk ve tarih profesörü olan Samuel Moyn- neoliberalizm ve insan haklarının “arkadaş” olduğunu ya da “zarif bir biçimde yakınsadığını” öne sürdü. Buna karşılık, neoliberal projenin insan hakları kuramlarını yeniden işlevlendirdiğini savunuyorsunuz. İnsan hakları fikrinin toplumsal hareketlerde ne kadar merkezi bir yer tuttuğu düşünüldüğünde, neoliberalizmin bu hareketleri, siyasî mücadeleden uzaklaştırarak, siyasetten arındırdığını düşünüyor musunuz? Bu, siyasî hareketlerin, siyasetten arındırılmış NGO’larla birleştirilmesiyle bağlantılı mı?
JW
Neoliberal düşünürler ve liderler, toplumsal hareketleri siyasetten arındırma stratejisini çok açık bir şekilde benimsedi. Yirminci yüzyılın başlarında, Mont Pelerin Derneği’nin neoliberalleri, piyasanın toplumsal ilişkileri yatıştırmak için kullanılabileceği inancıyla büyük ölçüde birleşti. Bu durumu ortaya koymak için, kalkınma iktisatçısı Albert Hirschman tarafından izlenen bir on sekizinci yüzyıl fikrini canlandırdılar.
İlk neoliberaller, insanlar soğukkanlı, rasyonel çıkarlar temelinde hareket ettiklerinde, şiddetli siyasî tutkularının daha az esiri olduklarını savundu. Sonuç olarak, neoliberaller sivil toplumu, siyasetin müdahalelerinden korunması gereken, karşılıklı yarar sağlayan kişisel çıkar ilişkilerinin bir alanı olarak gördü. İnsan hakları, sivil toplumu ve bireylerin özel alanlarını -en önemlisi özel mülkiyetlerini- siyasî meydan okumalardan korumak için kullanılabilirdi.
Uluslararası ölçekte bu aynı zamanda yatırımcıların haklarının da korunması anlamına geliyordu. Bu, özellikle çok uluslu şirketlerin ve eski sömürgeci güçlerle bağlantılı şirketlerin mülklerini kamulaştırmaya çalışan sömürge sonrası devletlerin olduğu eski sömürgelerde önemliydi. Dolayısıyla neoliberalizmin kurucuları, insan haklarını siyasete bir fren ve siyasî müdahaleyi önlemenin bir yolu olarak gördü.
NGO’larla ilgili olarak, neoliberallerin kendileri onlar hakkında oldukça kararsız olma eğilimindeydi. Bununla beraber 1970’lerden itibaren birçok insan hakları NGO’sunun neoliberal çerçeveyi benimsediğini iddia ediyorum. Sivil toplumu ve piyasayı bireysel özgürlük ve karşılıklı yarar sağlayan toplumsal ilişkiler alanı olarak görürken siyaseti şiddet içeren ve baskıcı [bir alan] olarak görmeye başladılar.
AS
Öyleyse neoliberal düşünürler, insan haklarının garantörü olarak devletin rolüyle nasıl barıştı? Ve BM gibi ulus-üstü kurumlar ile ulus-devlet arasında nasıl bir ilişki kurmak istediler?
JW
Neoliberalizm kesinlikle devlet karşıtı değildi. Aksine, neoliberalizm, rekabetçi piyasayı siyasî meydan okumadan korumak için devleti harekete geçirmekle fazlasıyla ilgileniyordu. Temelde neoliberallerin hakikaten karşı çıktığı şey halk egemenliğiydi. Totaliterizmin orijinal kuramcıları olarak neoliberal yazılarda tekrar tekrar karşımıza çıkan bir figür var: Aydınlanma’nın radikal filozofu Cenevreli Jean-Jacques Rousseau. Rousseau, halk egemenliğinin belki de en önemli kuramcısıydı.
Uluslararası düzeyde piyasa ilişkilerini korumak için müdahaleyi meşrulaştırabileceğinden, insan hakları fikrini avantajlı gördüler.
Neoliberaller devleti siyasetten arındırmak istedi. Rousseau’nun halk iradesinin devlet aracılığıyla gelişmesi gerektiği ve devletin halk egemenliğini destekleyen bir kurum olabileceği yönündeki görüşünü reddettiler. Bunun yerine, devletin rolünü toplumsal hoşnutsuzluğu denetlemek ve piyasaya yönelik tehditlere karşı koymakla sınırlamak istediler. Neoliberalizmin kurucuları, piyasa ilişkilerini korumak için devlet müdahalesini destekledi. Uluslararası düzeyde piyasa ilişkilerini korumak için müdahaleyi meşrulaştırabileceğinden, insan hakları fikrini avantajlı gördüler.
AS
Neoliberalizm, destekledikleri insan hakları modelinde olduğu gibi, 1970’lerde ve 1980’lerde pekişti ve hegemonik hale geldi. Aynı zaman diliminde, komünist devrimci projeler ve devlet sosyalizmi düşüşteydi. Bu eğilimler arasındaki ilişkiyi nasıl haritalandırıyorsunuz?
JW
Neoliberalizm, yirminci yüzyılın ortalarında sosyalizm, komünizm, sömürgecilik karşıtı milliyetçilik ve sosyal demokrasinin yükselişine bir tepki olarak ortaya çıktı. 1970’lerde ve 1980’lerde, bu siyasî akımların düşüşte olduğu zamanlarda, neoliberalizm hegemonya yürüyüşüne başladı. Yine bu dönemde, toplumsal ve iktisadî haklar pahasına medenî ve siyasî haklara odaklanan bir insan hakları söylemi ön plana çıktı.
Bu gelişmeler arasındaki ilişkiyi anlamak için Fransa’ya baktım. Sömürge sonrası küresel yeniden bölüşüm taleplerine karşı neoliberal düşünceyi çok açık bir şekilde benimseyen insancıl NGO Sınır Tanımayan Doktorlar’a (MSF) odaklanarak bunu yaptım. 1980’lerin başlarında, Üçüncü Dünyacılık olarak adlandırılan şeyin özgürleştirici vaadinin, bazı oldukça feci senaryoların yanı sıra otoriter ve baskıcı rejimlerde sona erdiğini iddia etmek olağan hale geldi. MSF’yle ilişkili rakamlar, bunu açıklamak ve yalnızca rekabetçi bir piyasa ekonomisinin insan haklarını koruyabileceğini savunmak için neoliberal kalkınma iktisatçısı Peter Bauer’in çalışmasına dayanıyordu.
İnsan hakları, o dönemde, Samuel Moyn’in iddia ettiği gibi, artık lekelenmiş komünizm ve Üçüncü Dünyacılık ütopyalarına alternatif olarak öne çıktı. Ama bundan da öte, insan hakları söylemi neoliberal gündeme ahlaki meşruiyet kazandırdı. MSF, iktisadî egemenlik ve iktisadî yeniden bölüşüm fikirlerini reddetmesinde en açık olanıydı. Bununla birlikte, diğer birçok insan hakları NGO’su, sömürge sonrası egemenliğe yönelik neoliberal saldırıyı güçlendirdi ve eski sömürgelerin topraklarına yeni insani müdahale biçimleri talebini destekledi.
AS
O halde MSF neoliberal bakışaçılarını benimseyen ilerici bir örgüt örneği mi?
JW
Evet. İnsancıl bir NGO olmasına rağmen, MSF’nin Fransız liderliği, özellikle Bağlantısızlar Hareketi [ne komünist dünyanın ne de ABD ve NATO’nun yanında yer alan ülkeler] tarafından desteklenen Yeni Uluslararası İktisadî Düzen fikrine karşı çok güçlü iktisadî savlar sunmaya başladı. MSF liderliği, neoliberal düşünürlerin onlarca yıldır ileri sürdüğü savları yeniden kullanıma sokmaya başladı ve Batı’nın sözde sömürge suçuna kurban gitmemesi gerektiğini savundu.
Önceki nesil sömürgecilik karşıtı düşünürlerin savlarını –örneğin, Jean-Paul Sartre tarafından yinelenen, Frantz Fanon’un Avrupa’nın zenginliğinin kelimenin tam anlamıyla eski sömürgelerden nasıl çalındığına dair anlatımını– yenmek için de yola çıktılar. MSF liderliği, Avrupa’nın zenginliğiyle eski sömürgelerin yoksullaşması arasında bir ilişki olduğu iddiasını açıkça reddetmek için Bauer’in çalışmasından yararlandı. Bu, onların “sömürge suçunu” reddetmeleri için çok önemliydi.
AS
Ve böylece bir dizi ilerici, uygarlık, ırk ve ulus üzerine neoliberal bakışaçılarını esasen benimsedi mi?
JW
İnsan hakları kuramcıları, Batı Uygarlığı’nın piyasalara ve insan haklarına verdiği değer nedeniyle üstün olduğu fikrini açıkça benimsemede her zaman neoliberaller kadar ileri gitmedi. Bununla birlikte, insan haklarının rekabetçi bir piyasa ekonomisi gerektirdiğini varsayan, benim “neoliberal insan hakları” dediğim şeyi geliştirirken neoliberal düşünürlerden yararlandılar.
Ludwig Von Mises, Human Action: A Treatise on Economics adlı kitabında bu görüşü en açık şekilde ortaya koymuştur. Orada, “piyasa ekonomisinin üyelerine bahşettiği ekonomik özgürlük kaldırılır kaldırılmaz, tüm siyasî özgürlükler ve haklar bildirgesi riyakârlık [humbug] haline gelir” diye savundu. Birçok insan hakları NGO’su bunu zımnen ve açıkça kabul etti.
NGO’lar, bazı neoliberal kuramcıların savunduğu açık ırksal hiyerarşileri kabul etmekte daha isteksizdi. Örneğin, Human Action’da “daha iyi ırklar”ın piyasa aracılığıyla toplumsal işbirliği için özel bir yeteneğe sahip olduklarını ve dolayısıyla “piyasa ekonomisi sistemini geliştiren ve birbirine tutunan halklar, her bakımdan diğer bütün halklardan üstün” olduğunu öne süren Mises kadar ileri gitmediler.
Yine de, sömürge sonrası ulusların yoksulluğunun kendi açtığı yaraların sonucu olduğunu iddia ederken, birçok NGO, sömürge ulusların ve sözde serbest piyasa ilişkilerinin eski sömürgeleri yoksullaştırma biçimlerini gizleyen ırksallaştırılmış bir söylemi üstü kapalı olarak kabul etti. Dahası, insan hakları NGO’ları, siyaset ve piyasa arasındaki neoliberal ikilemi benimsedi; bu da piyasayı, ilkinin otoriterliğine karşı bir denge olarak değerlendirdi.
AS
Neoliberal özgürlük ve egemenlik anlayışları, kendi kaderini tayin etme ve sömürgecilik karşıtı mücadelelere karşı tutumlarıyla nasıl bağlantılıydı? Ve neoliberaller hangi özgül özgürlük ve egemenlik anlayışlarını öne sürüyor?
JW
Özgürlükle başlayalım. Özgürlük ilginçtir çünkü neoliberalizmle en çok ilişkilendirilen değerdir. Eserlerine çok yakından baktığınızda, neoliberal özgürlük anlayışı, Hayek’in piyasanın kişisel olmayan sonuçlarına boyun eğmek olarak tanımladığı şeye indirgenir. Neoliberal düşünürler için özgürlük, rekabetçi bir piyasa düzeninin işleyişiyle uyumlu olanla çok açık bir şekilde sınırlıdır.
Bu, bugün hepimizin aşina olduğu bir özgürlük türüdür. Başka bir iş aramakta, yeniden eğitim almakta, üniversiteye geri dönmekte ya da Uber için şoförlük yapmakta özgürsünüz. Ancak bir sendikaya üye olma ya da kapitalist piyasa ilişkilerinin uluslararası düzeyde dayatılmasına karşı mücadele etme özgürlüğüne sahip değilsiniz.
Resmi sömürgecilik sona erdiğinde, neoliberalizm en çok, eski sömürgelerin halkı için gerçek siyasi özgürlüğün ya da kendi kaderini tayin hakkının ortaya çıkmasını engellemekle ilgilendi. Bunun yerine, eski sömürgelerin, sömürgeciliğin yarattığı uluslararası bir işbölümünde geleneksel yerlerine boyun eğmelerini sağlamak istediler.
Egemenlik fikrine baktığımızda da benzer bir durum söz konusudur. Neoliberaller, Mises’in “piyasanın egemenliği” dediği şeyi savundu. Onlara göre, piyasanın egemenliği direnme hakkını tanımadı -herkes belirli bir piyasa düzenindeki yerine uymak zorundaydı. Yine bu, sömürge sonrası toplumlarda popüler olan iktisadî egemenlik fikriyle çok keskin bir tezat oluşturuyor.
Neoliberaller, doğal kaynaklar üzerinde halk egemenliği fikrine karşı çıktılar; bunun yerine hammaddelerin onları açık piyasada satın alabilenlere ait olması gerektiğini savundular. İdealleri, sömürge döneminin iktisadî ilişkilerinin resmi sömürgeciliğin ardından devam ettiği bir idealdi.
AS
Donald Trump’ın seçilmesinden sonra, radikal siyaset filozofu ve aktivist Cornel West’ten Samuel Moyn’e kadar uzanan düşünürler neoliberalizmin öldüğünü ilan etti. Bu, insanların on yıllardır yaptığı bir iddiadır. The Morals of the Market’te bu tür çığır açan düşünceyi eleştiriyorsunuz. Neoliberalizmin öldüğünü ilan etmek neden çağdaş siyaset hakkında düşünmenin önüne geçiyor?
JW
Neoliberalizm birçok kez ölü ilan edildi. Ve yine de kendini sürekli canlandırıyor gibi görünüyor. Sonuç olarak, “zombi neoliberalizm” fikri ve Zachary Manfredi ve William Callison’ın son zamanlarda “mutant neoliberalizm” olarak adlandırdığı şey de dahil olmak üzere her türlü metafor dolaşıma sokuldu.
“Mutant neoliberalizm”, Trump döneminden itibaren neoliberalizmin yörüngesini anlamanın daha iyi bir yolu olabilir. Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Clinton’larla ve Birleşik Krallık’ta İşçi Partisi’nin Üçüncü Yolu’yla ilişkilendirilen neoliberalizm çeşitlemesi, toplumsal olarak ilerici bir gündemi serbest piyasa ekonomisiyle birleştirdi. Bu yaklaşımın yerini yalnızca ABD ve Birleşik Krallık’ta değil, aynı zamanda Hindistan, Brezilya ve Macaristan’da da çok daha açık bir şekilde gerici, ırkçı ve toplumsal olarak muhafazakâr neoliberalizm tarzı aldı. Bununla birlikte, neoliberalizmin tarihine bakarsanız, bu görünüşte yeni olan temaların -ister “Batı”nın üstünlüğünü ya da bir uygarlık ya da ırksal hiyerarşiyi doğrulasınlar- neoliberal dünya görüşünde her zaman önemli bir yere sahip oldukları açıkça görülür.
Yine de, bugün gerçek bir dönüşümün devam ettiğini düşünüyorum. Margaret Thatcher, Ronald Reagan ve hatta Tony Blair gibi insanlar neoliberalizmi ütopik bir vaat olarak sunmayı başardı. Daha parlak bir geleceğe yol açacağına dair bir his vardı. Bu, küresel iktisadî ve finansal krizler, COVID-19 salgını ve gelişen iklim felaketi tarafından derinden lekelendi.
Her ne kadar bir değişime şahit olduğumuzu düşünsem de, neoliberalizmin son derece ısrarcı ve inatçı bir fikir ve uygulama dizisi olduğundan da endişe ediyorum. Neoliberalizm, siyasa oluşturma sürecinde kendisini derinden ima etmesinin yanı sıra öznelliklerimize de soktu. Bu nedenle neoliberalizmi devirmek, olağanüstü bir meydan okuma ve bugüne kadar gördüğümüzden çok daha fazla siyasi seferberlik gerektirecektir.
AS
Neoliberalizmin kendini öznelliklere soktuğunu söylerken ne demek istiyorsun?
JW
İnsanların kendilerini rekabetçi bir pazarda etkileşim halinde olan girişimciler olarak görmelerinin artık çok yaygın olduğunu düşünüyorum. Örneğin, bireyin dirençli olmaktan, kendi yaşamını iyileştirmekten ve kendi kaderini belirlemekten sorumlu olduğu fikri, sendikacılığın altını oymuştur. Bu anlamda, kendilerini neoliberal olarak görmeyen insanlar da dahil olmak üzere, piyasanın ahlakı geniş ve açık bir şekilde ele alındı.
İnsanların dünyanın bu şekilde işlediğini ve çok az alternatif olduğunu düşünmeleri sıradan hale geldi. Bunun nedeni aynı zamanda neoliberal reformların, bir zamanlar insanlara basit bir özgüvene alternatif sunacak olan toplumsal destekleri ve refah sistemlerini aşındırmasıdır.
Bu tür bir bağlamdaki zorluk, insanları kolektif bir toplumsal değişim sürecinin, onlara bireyselleştirilmiş öz yatırım süreçlerinden daha fazlasını sunabileceği fikrine inanmaya ikna etmektir. Bu büyük bir soru ve sadece düşünme biçimimizi değil, aynı zamanda neoliberalizmin küresel olarak ortaya çıkardığı maddi gerçekliği de dönüştürmemizi gerektiriyor.
AS
The Morals of the Market, neoliberalizm ve insan hakları fikirlerinin birlikte nasıl geliştiğini incelemenin yanı sıra, neoliberalizmin ABD emperyalizmini yurtdışında nasıl şekillendirdiğini de anlatıyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde liberaller kısa bir süre önce Demokratların iktidara dönüşünü kutladı. Joe Biden başkanlığını nasıl değerlendiriyorsunuz? Neoliberalizm buradan nereye gidiyor?
JW
Demokratların Beyaz Saray’a dönüşü, hem neoliberalizm hem de insan hakları açısından çok ilginç. Dışişleri Bakanı Antony Blinken geçtiğimiz günlerde Biden yönetiminin insan haklarını dış siyasetinin merkezine yerleştireceğini açıkladı. Bunun Çin’le yeni Soğuk Savaş’ın bir parçası olduğu çok açık. Blinken ve Biden, müttefikler ve düşmanlar arasında ayrım yapmayan evrensel bir insan hakları söylemine bağlılığı teyit etmiş olsalar da, Çin’e odaklandıkları açıktır.
İsrail’in yakın geçmişteki Gazze’ye yönelik yıkıcı bombardımanının ardından Biden yönetimi, BM Güvenlik Konseyi’nin saldırıya son verilmesi çağrısında bulunan açıklamalarını defalarca engelledi. Bu, Biden yönetiminin insan haklarını dış siyasete nasıl uyguladıkları konusunda önceki herhangi bir ABD hükümeti kadar seçici olduğunu gösteriyor. Birçok yönden, bu sürpriz değil.
Biden’ın yönetiminde, en azından retorik açıdan, daha büyüleyici bir değişim olduğunu düşünüyorum. Yönetimi, onlarca yıllık neoliberal yeniden yapılanmanın sonuçlarından ve retoriğinden açıkça uzaklaşıyor. Bunu, damlama ekonomisinin [trickle-down economics] hiçbir zaman işe yaramadığı, o büyük devletin geri döndüğü yönündeki açıklamalarında en açık şekilde görebilirsiniz. Devletin ekonomik katılımı sağlamak ve daha fazla eşitliği teşvik etmek için fiziksel ve sosyal altyapının oluşturulmasında önemli bir rol oynaması gerektiği görüşünde de dikkat çekicidir.
Amerika Birleşik Devletleri, içeride daha çok devlet-yönelimli bir kapitalizme doğru ilerliyor gibi görünüyor. Bu ilginç bir soruyu gündeme getiriyor: Bu değişim ülkenin uluslararası insan hakları savunuculuğunu nasıl değiştirecek? ABD Dışişleri Bakanı Blinken, Mart 2021’de Amerika Birleşik Devletleri’nin yıllık insan hakları raporunun yayınlanmasına ilişkin konuşmasında, insan haklarına saygı duyan ülkelerin ABD malları için daha iyi pazarlar olduğunu, insan haklarını reddeden ülkelerin aynı zamanda ticaret kurallarını ihlal eden ülkeler olduğunu savundu.
Bu, neoliberal insan hakları paradigmasının klasik bir ifadesidir. Biden yönetimi gerçekten de hükümete sermayenin mülkiyeti ve yönetiminde daha büyük bir rol veren iktisadî siyasalara doğru ilerliyorsa, bunun ABD’nin insan hakları gündemini nasıl değiştirdiğini görmek ilginç olacak. İnsan hakları savunuculuğu, ulusal çıkarların dilinin yeniden önem kazandığı devlet güdümlü kapitalizm dünyasında daha az merkezî olabilir.