“Yaşar Kemal ile bir soru bir cevap” dizisinin üçüncü bölümünde Alain Bosquet’in “dil açısından, yaşamınızı ve hayal dünyanızı sözcüklere dökmeye karar verdikten sonra kökenlerinizi düşündünüz mü? sorusuna, Yaşar Kemal “Dilin yazar olarak bilincine vardığımda, onda yeni tatlar, ince ayrıntılar, yeni zenginlikler aramaya, daha doğrusu yaratmaya çalıştım” diyerek şöyle cevaplıyor:
Alain Bosquet
Bu arada şunu da öğrenmek istiyorum: Dil açısından, yaşamınızı ve hayal dünyanızı sözcüklere dökmeye karar verdikten sonra kökenlerinizi düşündünüz mü? Bir yazar olduğunuz zaman, ülkenize ve onun resmi diline, içinde bulunduğunuz ortamın özünü aktarmak söz konusu muydu? Ya da, tersine bir süreçle, tüm Türkiye’nin dilini kullanarak halkınıza sadık kalmak mıydı düşündüğünüz? Türkiye’yi bir Kürt duyarlığıyla zenginleştirmek mi, yoksa Kürt ülkesinin kendi özelliğini, özgünlüğünü Türkçeye çevirerek söylemek miydi sorun? Dışarıdan bakıldığında gerçek sorun mu bu yoksa aydınca bir yanılsama mı?
Yaşar Kemal
Dilin yazar olarak bilincine vardığımda, onda yeni tatlar, ince ayrıntılar, yeni zenginlikler aramaya, daha doğrusu yaratmaya çalıştım. Benim yazmaya başladığım sıralarda Türk yazı dili çok yoksullaşmıştı. 1900’lerden önce yazı dili, resmi dil Osmanlıcaydı. Arapça, Farsça, Türkçe karışığı bir dildi Osmanlıca. Batılaşmayla birlikte de bu dile bir de Fransızca katılmıştı. 1908’den sonra, Selanik’te çıkan “Genç Kalemler” adlı dergiyle birlikte bir dil arınması başladı. Osmanlıca yerine Türkçe.
Bu arınmada Osmanlıcanın birçok sözcüğü, deyimleri, atasözleri, kavramları da birlikte gitmiş, elimizde çok yoksul, az sözcüklü bir dil kalmıştı. O sıralar Anadolu bambaşka, apayrı bir dünya, İstanbul, İstanbul aydınları apayrı bir dünyaydı. Osmanlı kendi dünyasını, uygarlığını kendi içinde, daha doğrusu birkaç büyük şehirde kurmuş, Anadolu’da ondan apayrı bir dünya da kendi içinde oluşmuştu. Osmanlı büyük şairlerini, bilim adamlarını yaratırken, Anadolu da yedi yüz yıl kendi içinde kendi özgün kültürünü oluşturmuştu. Anadolu’nun edebiyatı daha çok sözlü edebiyattı.
Ama bu edebiyat, çoğu zaman da yazılıya geçiyordu. Tekkeler, bu Anadolu’nun kültür merkezleriydi, daha da çok Alevi, Rufai tekkeleri, sözlü edebiyatı yazıya geçiriyorlardı. Tekkelerin el yazması kitaplıkları çok zengindi. Anadolu edebiyatının, dilinin zenginleşmesinde tekkelerin çok etkisi olmuştur. Anadolu halkının dilinin zenginliğinin başka da sebepleri vardı. Bu halk Orta Asya’dan yüzyıllar süren bir göçle Anadolu’ya akmışlar, yollarda, Hindistan’dan, Çin’den, İran’dan, Araplardan çok sözcük, kavram, deyim, kültür almışlar, bunları da Türkçeyle kaynaştırmışlardı. Doğa, hayvanlar, insan durumları üstüne sözcükleri sonsuz bir zenginlik kazanmıştı. Anadolu’ya yerleştiklerinde de, Anadolu’nun yerli birikiminden etkilenmişlerdi. Yerli halkın, daha da çok Greklerin, Ermenilerin, Kürtlerin, öteki halkların sözcüklerinden, baba dede armağanı gibi, faydalanmışlardı.
Göçebe halkın toprakla, onun işlenmesiyle pek az ilgisi olduğu gerçek. Ne toprağı sürmeyi, ne topraktan ürün almayı biliyorlardı. Üretim araçlarının adlarını, toprağı işlerken üretilmiş sözcükleri, toprak işleme biçimlerinin sözcüklerinin aşağı yukarı hepsini yerli halklardan aldılar. Ev adları, şehir, köy adlarını ne kadar kendileri koymuşlarsa, o kadar da yerli adlardan almışlardı. Birçok deyimleri de… Bir de Anadolu tarihi geçiş yoludur. Hem kervanların, hem de kavimlerin… Bu geçişler de kültür ve dil zenginliği oluşturmuştu Anadolu’da. Bir de Anadolu üç yanı denizlerle çevrilmiş bir kara parçasıdır. Denizcilerin de bu dile sözcük verdikleri olmuştur.
Anadolu’nun tarihi de ilginçtir. Sümerler Anadolu’nun kıyıcığında kurmuşlardır uygarlıklarını. Asurlular, Urartular, Grekler, Hititler, Hurriler… Anadolu bir kültür birikimidir. Önce Şamanizm, sonra Müslümanlık, Musevilik… Bunlar Anadolu toprağının ürünleri, birikimleri olmuşlardır. Unutmamalı ki, Saint Paul bir Anadoluludur ve ilk Hıristiyan kilisesi de Anadolu’da kurulmuştur. Bütün bu birikimler Anadolu’nun dilini çok geliştirmiş, büyük bir edebiyat dili yapmıştır o dili. Türk aydınları dili arıtırken sadece İstanbul Türkçesiyle yetinmek zorunda kalmışlar, 1930’lara kadar Anadolu’nun zenginliğinden pek o kadar haberli olamamışlardır.
Cumhuriyetten sonra Mustafa Kemal Atatürk’ün hızlandırmasıyla geniş bir dil çalışması, Anadolu’ya bütünüyle dönüş başlamıştır. Bu yıllara kadar şiir, roman yazan birçok yetenekli kişi çok yoksul bir dille yazmak zorunda kalmışlardır. Bunların en yeteneklileri Nâzım Hikmetin ilk şiirlerindeki dil epeyce yoksul bir dildir. Anadolu diliyle, bu aydınlar içinde, ilk ilişki kuran, o dil zenginliğinin farkına varan Nâzım Hikmettir. O da hapishane yüzünden olmuştur. Nâzım Hikmet, uzun süren hapisliğinden dolayı, hapishanede Anadolu halkıyla, onun diliyle karşılaşmış, onlarla kaynaşmıştır. Onun ilk başeseri Şeyh Bedrettin Destanı Anadolu halkıyla karşılaşmasının ilk ürünüdür. Büyük Anadolu halk şiirinin, dilinin belli belirsiz damgasını taşır. Nâzım Hikmet, hapishanede halkla aşılanmıştır. Bu aşı onun dilini, kültürünü geliştirmiş, başeserler yazmasına sebep olmuştur. Nâzım Hikmetin şiirleriyle çok erken yaşlarda karşılaştım.
Karacaoğlan’dan, Dadaloğlu’dan sonra o da benim şairim oldu. Ona da Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, Abdale Zeyniki gibi hayran kaldım. Her zaman düşünüyordum, Nâzım Hikmet gibi bir dahi Anadolu halk aşısı almasaydı, bu Nâzım Hikmet olur muydu, Türk dilini böylesine zenginleştirebilir miydi? Nâzım Hikmetten sonra da Anadolu insanları edebiyata girdiler. Romanlar, şiirler yazdılar. Bu dil şehirde yetişmiş şairleri, yazarları da etkiledi. Onların dili de zenginleşti. Bana gelince, ben Karacaoğlan’ın, Dadaloğlu’nun bölgesindendim. Karacaoğlan 16. yüzyıl, Dadaloğlu 19. yüzyıl şairiydi. Bunlarla birlikte daha yüzlerce şair, destancı ovada dolaşıyor, saygı görüyorlar, kutsallaştırılıyorlardı. Bunları iyi biliyordum. On yedi yaşımdan sonra da batı edebiyatıyla ilişki kurdum. Bunları büyük bir doymazlıkla okuyor, Balzac’ları, Tolstoyları, Çehovları, Stendhal’leri, Dostoyevskileri çevirilerinden okuyor, onları da destanlar, Karacaoğlanlar gibi özümsüyordum.
İlk hikayemi, romanlarımı yazmaya başladığım 1946 yılına kadar dağarcığımı epeyce doldurmuştum. En çok da Çehov’a hayrandım. Nâzım Hikmeti tıpkı Karacaoğlan gibi ezbere biliyordum. Genç yaşında ölen büyük şair Orhan Veli tutkularımdandı. Onun da bütün şiirlerini ezberlemiştim. Sait Faik’in diline, anlatış biçimine hayrandım. Arif Dino bir Rimbaud hayranıydı. Birlikte ondan şiirler çeviriyor, günlerce onun üstüne konuşuyorduk. Rimbaud benim için yepyeni bir dünyaydı. Hiç başkalarına, başka şairlere benzemiyordu. Bu sıralar bol bol da Baudelaire, Verlaine, Rimbaud çevriliyordu. Çeviriler usta çeviriciler, iyi şairlerce yapılıyordu. Benim yapmak istediğim yeni bir anlatım biçimi, yeni bir dil bulmaktı. Çok iyi bildiğim sözlü edebiyat yazı diliyle pek uyuşmuyordu. Batılı anlatım biçimleri de başkaydı. Onların anlatış biçimleri dillerinden, uygarlıklarından geliyor olmalıydı. Bir de çok önceleri yazılı edebiyata geçmişlerdi. Biz, onların çoktan unuttuğu sözlü edebiyatı daha bütün yoğunluğuyla yaşıyorduk. Yüzlerce şair, yüzlerce destancı daha Anadolu’da köy köy, kasaba-kasaba fır dönüyorlardı. Dil çok tutucu, çok az değişkendi. Ne kadar yaşayan dil varsa, o kadar da ölmüş dil vardı. Benim ülkem ölmüş dillerin de bütün dünyada odaklarından birisiydi. Yeni bir edebiyat yapılırken yeni bir dil, yeni bir anlatış biçimi de kendiliğinden kurulmalıydı. Bunu bilinçle yapmak daha da sağlıklıydı.
Benim talihim, Türk halkının dilinden, anlatış biçimlerinden faydalandığım gibi, Kürtçeden de faydalanma olanağımın olmasıydı. Her iki destan, masal, şiir birikiminin içindeydim. Bir de divan şiiri vardı. Bu şiir daha çok, bütün kalıplaşmalara karşın, söz ustalıklarıyla doluydu. Bu şiirle de ilişkilerim oldu. Kasabadaki komşularımdan birisi İstanbul Üniversitesinde Arap, Fars edebiyatları okutmuş bir profesördü. Yeni sürgünden dönmüş yalnız bir kişiydi. Dostluğumuz kaçınılmazdı. Komşumun birisi de dokuz yıl eşkıyalık yapmış, İstanbul Üniversitesinde okumuş bir feodal aileden gelen çok kültürlü, özellikle tarih meraklısı bir kişiydi. Sohbetlerimiz gecelerce ve yıllarca sürdü. Şiir tarihine ve anlatım tarihine baktığımızda bütün büyük anlatıcıların, şairlerin ne kadar karmaşık düşünceler, psikolojiler anlatırlarsa anlatsınlar, onları herkesin anladığıydı.
En büyüklerin hepsi yalın, dolaysız konuşuyorlardı. İşe başlarken bu da sezgilerimin içindeydi. Sorun Kürt ülkesinin duyarlığını Türkçeye çevirmek olamazdı. Çünkü biz bir köyde tek bir Kürt eviydik. Van gölü kıyıları da benim doğduğum bu topraklara çok uzaktı. Yalnız onların destanları, türküleri benimle birlikteydi. Bir de ailemin anıları, yaşayabildikleri gelenekleri, dilleri… Kürtçe Türkçeden çok ayrı bir dildi. Ben ikisiyle birlikte büyümüştüm. Kürtçenin dilimin oluşmasında ne kadar etkisi oldu, doğrusu bunun ölçüsünü bulamıyorum. Çocukluğumda Kürt destanlarını, masallarını, türkülerini Türklerinki kadar severdim. Hiçbir zaman bir Kürt destanını halka anlatacak kadar Kürtçem olmadı. Ama gençliğimde usta bir destancı gibi köylerde Türkçe destanlar söyledim. Karacaoğlan’ı, Dadaloğlu’nu, Abdale Zeyniki’den elbette çok biliyordum.