“Yaşar Kemal ile bir soru bir cevap” dizisinin ikinci bölümü Alain Bosquet’in “bir Kürt çocuğunun günleri nasıl geçerdi?” sorusuna Yaşar Kemal’ın “acaba bu anlattıklarımdan olağanüstü bir çocuk portresi mi çıkıyor? Sanmam, bu, çok doğal, türküye, şiire yönelmiş, kabına sığmayan, daha dört beş yaşlarındayken başından olağanüstü işler geçmiş doğal bir çocuğun, bütün böyle çocuklara benzeyen öyküsüdür” cevabıyla devam ediyor.
Alain Bosquet
O dönemde tipik bir Kürt çocuğunun günleri nasıl geçerdi? Kimin daha çok etkisinde kalırdı, annenin mi, babanın mı? Belirli bir noktada özgürlük kavramı araya girer miydi? İlk dersler nelerdi? Ve gezgin ozanların anlattığı destanlardan ne ölçüde etkilenirdiniz. Onlar sayesinde dilin, bir iletişim aracından ötede bir gücü olduğunu, bir tür büyülü diyalog olduğunu hissettiniz mi?
Yaşar Kemal
Köyün bütün çocukları yazın tarlalarda çalışırlardı. Amcam, istemezsem beni tarlaya götürmezdi. Anam zorlardı tarlaya gitmemi. Sabahları uyanamazdım. Gece sabahlara kadar hayal kurardım. İşim gücüm hayal kurmaktı. Ve kurduğum hayallerin, düşlerin içinde yiter giderdim. Öyle bir tat dünyasıydı ki benim dünyam, o dünyadan zor ayrılırdım. Neleri düşler, neler üstüne hayal kurardım bilmiyorum, yeni bir arı, yeni bir karınca türü, yeni bulduğum bir çiçek, beni başka yerlere alır götürürdü. Çok da masal dinlerdim, dinlerken hep kendimden geçerek… Ben de, yaşlı kadınlardan öğrendiğim masalları köyün çocuklarına bire bin katarak, yeniden yaratarak anlatırdım. Her yetenekli masalcının, bilinen masalı hep yeniden yarattığını, üstelik de her anlatışta yeniden yarattığını çok sonraları öğrendim.
Size şimdi söyleyeceklerime inşallah şaşırmazsınız. Benim yazdığım insanların hiçbirisi olağanüstü kişilerden değildir. Hepsi doğal insanlardı. Benim yazdıklarım size olağanüstügeliyorsa suç bende değil. Belki de suç bende. Belki de benim coşkulu huyum onları yaratırken olağanüstü yaptı. O zaman yanılmış mı oluyorum acaba? Hiç olmazsa benim dünyam böyle düş dolu bir dünya. Ama hiç hiç sanmıyorum, insanoğlu derinine inince bu kadar düşçü, bu kadar yeni dünyalar, umutlar yaratıcısıdır. Ben Avrupayı da azıcık yaşamaya çalıştım. Bana güvenin Avrupanın bencil dediğiniz dünyası da o kadar karanlık değil. Siz Kafka’nın dünyasına bakmayın, o başka, umutsuzluk dünyası onun dünyası. Avrupa belki de onun karanlığına özeniyor. Korkmayalım, Avrupa kendi yaratmaya çalıştığı karanlığından çabuk bıkacak. Benim üzüldüğüm başka bir şey daha var, Dostoyevskiyi karanlık, hastalıklı buluyorlar. Ben demiyorum ki, insan hiç karanlığa, umutsuzluğa düşmez. Düşmez olur mu? Ama insanlığın mayası aydınlık ve umuttur. İnsanlığın mayasında güzel, aydınlık, pırıl pırıl, umut, gelecek türküleri söyleyen düş dünyaları kurmak var. Dostoyevskiye gelince, bu insanlığın yetiştirdiği en büyük umut, aydınlık dünyası kuran kişiye kim yaptı bu işi, onu, kabuğuna bakarak, karanlığın, hastalıkların türkücüsü kim yaptı, kim kandırdı insanlığı bu üstün düşçü üstüne. Bakın size söyleyeyim, Dostoyevski ne yapar biliyor musunuz, karanlığı yığar yığar karşımıza, bir karanlık duvarı örer önümüze, onun işi, hüneri bu, sonra o kurşun geçirmez karanlığın arkasından ışığı daha belirli, daha açık görürüz. Dostoyevskinin hüneri budur. Bence Dostoyevski, insanlığın en aydınlık yanlarından birisidir. Onun Kafka’larla, çağımızın karamsarlarıyla hiçbir ilişkisi yoktur. Bakın bir Çukurovalı çocuğun gündelik macerasından başlayarak nerelere kadar gittim.
Ben kalabalıkları severdim. Köyden çok sıkılırdım. Bir de hep kaçmak, kaçmak düşleri kurardım. Köyün dışında çok başka dünyalar olduğunu biliyordum. O dünyalardan da korkuyordum. Ama bir gün nasıl olsa gidecektim. Ve evden kaçıyor, uzak köylerde beş altı gün kalıyor, sonra eve gerisin geri dönüyordum. Tarlaya harman sürmek için gidiyordum. Ekinlerin arasında acı kokan bir ot vardı. Sıcak, çok acı, güzel, baş döndürücü kokuyordu. O sıcakta, çalışmak zorunda olmadığım halde, salt o otu koklamak için bütün gün, harmana gidiyor çalışıyordum. Ve anam, amcam, amcamın öteki karısı buna, benim çalışma isteğime çok şaşıyorlardı. Şimdi bile bütün kokular içinden o kokuyu seçebilirim. Bir de başka bir huyum var. Bu huyum, ya da yeteneğim, denenmiştir, çok karanlık gecelerde Çukurovada bir yolda yürürken, yanından yürüdüğüm tarlanın ne tarlası olduğunu kokusundan ayırt edebilirdim. Çeltik tarlası mı, çeltik tarlasını kokudan çıkarmak kolaydır, aşağı yukarı çok toprak adamı bilebilir, susam, pamuk, buğday, ayçiçeği tarlası mı, kokudan bilebilirdim. Benim koku yeteneğim çok gelişmişti. Bilmem nedendir?
Aylak dolaşmak, uzun uykularımın dışında, yerinde hiç duramamak, kendini göstermek için durmadan çaba harcamak…
Başıma buyruk bir çocuktum, etki falan dinlediğim yoktu sanırsam. Babamı bilmiyorum, eve baş kaldırmıştım, köye de öyle. Durmadan kaçıyordum. Özgürlük, diye bir şey düşünmüyordum. Onun ne olduğunu hiç bilmiyordum. Kafamda öyle bir kavram yoktu. İlk dersler için düşünmeliyim. Köyde her gece yaşlı köylüler sohbete otururlardı. Ben de onlara gider katılır, susarak durmadanonları, bazı günler sabahlara kadar dinlerdim. Çoğunlukla Türkmenin eski günlerini, büyük aşık Dadaloğlunu, Kozanoğlu başkaldırısını, toprağın verimliliğini, ya da verimsizliğini, Kurtuluş Savaşını anlatırlardı. Bizim köyde dinsel söz çok az edilirdi. Köyün bir camisi vardı minaresi olmayan. Cumadan cumaya, o da yaşlı köylüler namaz kılarlardı. Başka din üstüne bir şey anımsamıyorum. Geçenlerde Suriyeli bir şair bana sordu, sizde, sizin romanlarınızda, dedi, insanlar çok az namaz kılıyorlar, ya da hiç kılmıyorlar, acaba sizin halk Müslüman değil mi? Bizim halk Müslümandı ama, din onlar için hep yaşamın çok aşağısındaydı. Din, son otuz yılda halka inebildi. Benim yazdıklarım gelenekler, Müslümanlığa sığınmış eski mitler olacak.
Yukardan beri söylüyorum, gezgin ozanlar beni çok etkiledi. Ben de onlar gibi iş sahibi bir ozan olmak istedim ve çalıştım. Kader yolumu çevirdi de ben de buralara kadar geldim. Orada kalsaydım, varacağım yeri çok merak ediyorum. Bu çağda halk ozanlığını başka yerlere götürebilir miydim acaba? On yedi yaşlarındaydım, bir köyde kalabalık bir köylü topluluğuna eski bir destanı anlatıyordum, birden bir köylü sözümü kesti, sen dedi, yanlış söylüyorsun… Adamla tartışmaya başladık, öz olarak doğrusunu ben söylüyordum, onun daha önce duyduğu aynı destan uydurmaydı. Tartışmayı ben kazandım. Benim anlattığımın destanın özü olduğuna o kadar inanmıştım ki, tartışmayı yitirmemin bir olanağı yoktu. Uzun bir süre sonra benim anlatış biçimimi genç bir Toroslu ozandan duyduğumda hiç şaşırmadım. Bu böyleydi. Şimdi destan bu yönden gelişecekti, başka bir yaratıcıyı, ustasını buluncaya kadar.
Dilin gücünü, onun gücünün sonsuz olduğunu denemelerimle o yaşlarımda bile kavramıştım. Dilin büyüsüne, sonsuz gücüne öylesine inandırmıştım ki kendimi, şimdi bile bütün insanlığı dilin kurtaracağına inanıyorum. Büyük dostum, Roger Caillois ile bir gün konuşurken, benim bu inancımın farkına varmış, sen, dedi, dilin bu dünyada her şeyi yapacağına inanıyorsun değil mi, bütün politik, ekonomik, her şeyi, her şeyi dilin başaracağına güveniyorsun, değil mi, diye sordu. Hiç farkında değildim. Şaşırarak, öyle dedim, doğrusu dilin gücüne o kadar inanıyorum ki… Daha da inanıyorum, bu yüzden de söz sanatçılarına, kendim de içinde, büyük sorumluluklar yüklüyorum, çağımız için. Dili her zaman diyalogdan öte, yenemeyeceği güç olmayan büyülü bir araç saydım. Araç demek bile dilin gücünü küçültüyor. Dil benim için sonsuz gücü olan, büyük bir evrendi. Şimdi de dilin gelişerek, insanlığı, evrenimizi yenileyeceğine, geliştireceğine, güzelleştireceğine, evrenler kurup evrenler yıkacağına inanıyorum. Acaba bu anlattıklarımdan olağanüstü bir çocuk portresi mi çıkıyor? Sanmam, bu, çok doğal, türküye, şiire yönelmiş, kabına sığmayan, daha dört beş yaşlarındayken başından olağanüstü işler geçmiş doğal bir çocuğun, bütün böyle çocuklara benzeyen öyküsüdür.