Yıl 1951, İran’da seçimler olur, seçimi bağımsız aday Muhammad Mossadegh kazanır. Milletvekilleri arasında, İran Komunist partisi TUDEH’den de bir milletvekili seçilir. İran Meclisi daha ilk oturumunda “Anglo-İran” ortaklığında bulunan petrol şirketlerini devletleştirme yoluna gider. Dönemin İngiltere Başbakanı Anthony Eden bu seçim sonucundan son derece rahatsız olur. Eden’nin rahatsızlığının ana nedeni, Muhammed Mossadegh Sovyetler Birliği’ne yaklaşırsa orta doğuda dengeler değişebilir.
Böyle bir tehlike doğmadan, Mossadegh hükümeti darbe ile düşürülüp, yerine İngiltere yanlısı bir liderin gelmesi halinde Birleşik Krallık hükümetini rahatlatacaktı. Eden böyle bir planının gerçekleşebilmesi için, Birleşik Kraliyet’in dış istihbarat birimi olan MI6’nin İran’daki gelişmeler ile ilgilenen istihbarat şefi Norman Derbyshire’i görevlendirir. Norman Derbyshire bu görevi üslenir ve 1952 de Kıbrıs’ta konaklar.
Bu amaçta kullanılmak icin gerekli olan £2 Milyon pound civarında bir de bütçe ayrılır. Bu para ile İran hükümetinde ve ordusundaki ve önemli yeri olan “firsatçı” kişilerin yüksek miktarda para karşılığında darbeye destek vermeleri sağlanır. İngiliz istihbarat şefi İran’da darbe planını Beyrut’ta faaliyet gösteren CIA ile de paylaşır ve Mossadegh hükümetinin düşürülmesi konusunda CIA ile anlaşır ve böylece CIA’nin de desteğini sağlar. Darbe hazırlıkları başlar. İngiltere’nin uygun gördüğü alternatif lider de Reza Pahlavi’dir. Darbe planı 1953’te başarı ile sonuçlanır ve Anthony Eden rahatlar. Ancak İran halkı o gün bu gün huzur görmedi.
Reza Pahlavi 1979’a kadar İran Kralı olarak kalır. Şah’ı MI6 ve CIA iktidara getirdikten tam 67 yıl sonra darbeyi kimlerin ve nasıl başarıldığını açıklanır. (Kaynak: 17 Ağustos 2020 tarihli The Guardian gazetesi)
O günden itibaren, İran halkı surekli ABD tarafından taciz edilmektedir. Bu tacizlerden bir tanesi de komşu ulke olan İrak ile 8 yıl boyu kan dökülmesidir.
II. Dünya savaşından sonra CIA yaklasik 70 ülkede askeri darbelere destek verdiğini, (birçoğu Güney Amerika’da olmak üzere) 100’den fazla ödül almış Avustralyalı araştırmacı gazeteci John Pilger Demokrasiye Karşı Savaş kitabında kaleme aldı.
ABD’li araştırmacı yazar Noam Chomsky ABD’nin askeri ve istihbarat gücünü şöyle tarif eder: “Kanada’dan Akdeniz’e, Güney Amerika’dan Uzak Doğuya kadar ABD’nin üsleri var… Su anda dünyada tek güçtür”. Bu durumda dünyanın büyük bir kısmı, Pentagon’un demir kafesi icinde sayılır.
Farklı ülkelerde farklı konuları ele alarak sorun yaratıp sonra da o ülkenin yardımına yetişirmiş gibi bir siyasi ortam yaratılır. ABD’nin Ekonomisi savaş sanayisi ile ayakta durduğu bir gerçektir. Suudi vatandaşı Kaşıkçı’nın İstanbulda Suudi Konsolosluğunda ortadan kaybolduktan sonra Suudi Kraliyet yönetimi ABD’den 200 milyar dolarlık savaş uçakları ve füzeler satın aldı.
Ülkemize gelince… İnsan sorar, böylesine güçlü istihbarat örgütleri ülkemizde konaklayıp başka ülkelerde hükümet değiştirmeyi başarabiliyorken ve üstelik garantör ülke olan Büyük Britanya Kıbrıs’ta gelişen ve acı sonuçlar getiren faaliyetlerden hiçmi haberdar degildi?
Daha Kıbrıs Cumhuriyeti kurulmadan once 1955’lerden itibaren birçok farklı görüşte olan; sendikacılar, ilerici aydınlar, barış savunuculari (iki toplumda da) kurşunlandılar, yurt dışında yaşamaya zorlandılar. 1960’a kadar Kıbrıs’ın hukuk sistemi İngiltere’ye bağlı olduğu halde bir tek siyasi cinayetin araştırılması dahi yapılmadı. Koloni döneminde bir tavuk hırsızı bile en az 60 gün hapis cezası alırdı.
Adamızda bulunan dış istihbarat birimleri, iki toplumun yonetiminde bulunan kişilerden oldukca memnun olmalıydılar ki uzun yıllar bu liderler yönetici olarak kalabildiler. Halbuki 1960 oncesi adada 20 bin İngiliz askeri vardı. Kıbrıs’tan havalanan İngiliz savaş uçakları bölgedeki müttefiklerine askeri destek verdiğini ve vermeye de devam ettiğini bilmeyen yoktur. Halbuki burası bizim ülkemiz, ama ülke “sorma-gir” hanı olduğu zaman biz sadece “satranç masası” olarak kalırız.
Dış güçler baska bir ülkeyi kendi amaçları doğrultusunda kullanmaktan çekinmezler… Dış güçlerin gölgesinde yapılan seçimlerde, seçmenin pek de hatırı sayılmaz. Hele de seçilen lider, dış güçlerin tasvip etmediği birisi olursa, O liderin işi zorlaşır.
Kısa bir süre çnce Kıbrıslı olmayan bir şahsın, sayın Akıncı hakkında yaptığı açıklamada şu cümleyi kullandı. “Bir kaza sonucu hayatını kaybedebilir”. Bu açıklama seçmen arasında tepkilere yol açtı ancak böyle bir tehdit savuran kişiyi polis sorgulamadı.
Ekim 2020’nin ilk yarısında Kıbrıslı Türkler tekrar kendi liderini seçmek için, sandığa gidecek.1976’dan buyana birçok seçim yaşadık, Ancak çözüm konusunda bir yere varılamadı, varılamadığı bir yana, halk her gecen gün çözüm umudunu yitirme noktasına geldi.
Kıbrıs’ta bağımsız bir ekonominin gelişmesi ancak kalıcı bir çözümle gerçekleşebilir. Bunun aksini iddia edecek kişilerin olacağına pek inanmak istemem…
Bütün bu olumsuzlukların yanında Kuzey Kıbrıs’ta barış yanlıları seslerini yükseltmekten çekinmediler. Örneğin, yakın geçmiste sayın Akıncı’nın yeniden seçildiği takdirde çözüm konusunda 5’li konferans istiyeceğini açıklamasi umut verici olmanın ötesinde Kıbrıslı Türklerin umudunu yitirmemesi yönünde de olumlu bir açıklama idi. Bu tavrından dolayı Akıncı’yı kutlamak gerek. Yakın geçmişte iki toplumlu barış panelinde konuşan KTOEÖS Başkanı Selma Eylem’in cözüm ve barışın önemini, temsil ettiği kitle adına gayet net bir sekilde dile getirdi. Bu konusması sosyal medyada büyük yankı yarattı. Ayni toplantıya katılan CTP Genel Başkanı sayın Erhürman söz alarak kürsüden, “Selma Eylem’in söylediklerinin hiçbir bölümüne katılmadığını” ifade etti. Halbuki Selma Eylem’in kürsüden söylediklerine baktığımız zaman, yıllarca CTP liderliği ve taraftarlarının savunduğu görüşlerdi, bu görüşleri savundukları için de dış ülkeler tarafindan horlandılar, devlet mekanizmasında yetkili görevlerden de uzak tutuldular.
Sayın Erhurman’ın reddettiği konuları dinledikten sonra insanın aklına şu soru gelir; “ CTP’nin çözüm konusundaki bu yeni görüşü, CTP kadrolarının da sesi mi, yoksa sadece CTP liderliğinin mi”? diye. Eğer CTP liderliğinin ise, CTP kan kaybetmeye devam edecek ve CTP adayı 2. Tur’a kalamayabilir de. O zaman da CTP yeni lider arayışına çıkabilir.
Diplomaside blöf ve “oldu-bitti” anlayışı yerine “al-ver” anlayışı hakim olduğu sürece bir sonuca varılabilinir.
Çözüm gereksinimi sınıfsal bir gereksinim değildir, aksine bütün Kıbrıslılar için çağdaş bir gereksinimdir. Uluslararası arenaya ancak kapsamlı bir çözüm sonucu ulaşabiliriz. Çözüm konusu, seçimin “ana” konusu olup bütün barışseverleri temsil edecek bir liderle “tek ses” olduğumuz zaman bütün dünyaya barış ve özgürlük arzumuzu yansıtmış olacağız. Ayni ülkeyi paylaştığımız Kıbrıslı Rum toplumu da dahil. Gelecek nesillere barış içinde özgür bir Kıbrıs hazırlamak boynumuzun borcudur. Aksi halde firsatçı duygularla ve yüzdelik oy hesabi ile avunumaya devam edeceğiz.
Çözümün dışında başka alternatifi olanların beni de ikna etmelerini beklerim.