Çevre, bireysel anlamda insanın, çoğulcul anlamda toplumun, global anlamda ise tüm canlıların birlikte yaşamlarını sürdürmek zorunda oldukları biyolojik, fiziksel, sosyal, kültürel ve hukuksal bir ortam olarak tanımlanabilir.
Buna rağmen, tüm dünyada 70’li yılların sonuna kadar çevre; ‘atıkların bırakılabileceği sonsuz bir çukur’ gibi görülüyordu. Ne var ki, 90’ların sonuna geldiğimizde çağdaş dünya toplumlarında, bu bakış açısının değişmek zorunda olduğu anlaşıldı.
***
Buradan hareketle 1987 yılında BM ‘Ortak Geleceğimiz’adlı bir çevre ve kalkınma raporu yayınladı. Raporun temel amacı; çevre sorunlarının uzun vadeli çözümleri ile çevreye uygun ekonomik kalkınmanın ön koşullarını incelemek ve ülkelere öneriler getirmekti.
Rapora ‘çevre ve kirlenme arasındaki ilişkide kalkınmanın giderek gelecek neslin gereksinimlerini karşılama kabiliyetlerini yok etme anlayışına dönüştüğü’ ifadesi damgasını vurdu. Ve, sürdürülebilir kalkınma ilkesi ilk kez bu raporda tanımlandı.
***
Buna göre sürdürülebilir kalkınma; doğal kaynakları tüketmeyen, gelecek kuşakların da gereksinmelerini karşılayabilen, ekonomi ve ekosistem arasındaki dengeyi koruyan, ekolojik açıdan sürdürülebilir nitelikteki kalkınmadır. Yani bizde olmayan şey…
Bu ülkede yapılan her şey günü kurtarmak adına yapılır. Tıpkı geri kalmış üçüncü dünya ülkelerinde olduğu gibi. Geleceği planlamak, yarınları düşünmek, yaşamaktan öte yaşatmayı da önemsemek bize göre değildir.
***
Elbette ekonomik krizin tüm hücrelerimize kadar hissedildiği şimdilerde bunu söyleyebilmek için ermiş olmak da gerekmez. İnşaat sektöründeki patlama sonucu ‘milli gelir 12 bin dolarlara çıktı’ diyerek övünen Annan Planı sonrasındaki dönemde şimdi yaşamakta olduğumuz bu yıkımın kaçınılmaz olduğunu anlatmaya çalıştık ama başaramadık.
Ne de olsa, yaptıklarımızın ‘sürdürülebilir’ olmadığını söylemek için de ekonomi profesörü olmak gerekmiyor. Çünkü; bu doğanın kanunudur ve çevresel kalkınmışlık olmadan ekonomik kalkınmışlık sadece kısa vadeli olur.
***
Bizde sürdürülebilir kalkınma diye birşey söz konusu bile değil! DPÖ’nün rakamlarını incelediğinizde sürdürülebilir kalkınmanın yakınına bile uğramadığımızı görürsünüz.
2018 verilerine göre, petrol ithalatımızı saymazssak (192,8 milyon dolar benzin-dizel ve 130,8 milyon dolar fuel oil) ton düzeyinde yıllık en büyük iki ithalat kalemini 63,2 milyon dolarla inşaat demiri ve 25 milyon dolarla çimentooluşturuyor. En büyük iki ihracat kalemi ise 43,6 milyon dolarla süt ürünleri ve 18,3 milyon dolarla narenciye ürünleri oluşturuyor.
***
Kısacası, sattığımız 2 ton hellim için 3 ton demir, 3 ton portokal için 4 ton çimonta alıyoruz! Tüm bunlar ortadayken, yine de ‘iktidardakiler’ her gün karşımıza geçip sürdürülebilir kalkınmadan söz edebiliyorlar.
Siz sakın onlara inanmayın… Evet, kalkınıyoruz ama nasıl? Her geçen gün binalar, villalar, apartmalar yapılmaya devam ediyor. Lakin, buna kesinlikle sürdürülebilir kalkınma denmez. Bizdeki olsa olsa, ‘sürdürüle(mez) kalkınma’ olabilir.