Bir gazetecinin deklanşöre basıp, objektifine aldığı kareyi izliyorum. İzliyorum çünkü bakmak, görmek ve izlemek arasında fark var.
Salamis’in kardeş şehri Maraş’ı (Varosha) geziyor şimdi gazeteciler, ellerine kalemlerini alıp yazacaklar. Eminim yazdıklarından bolca hüzün akacak satırlara, kelimeler usul usul ağlayacak.
İşte o fotoğraflardan bir tanesinde kırık camlar var. Binanın tüm camları teker teker kırılmış. Cam kırıkları önemli değil elbet. Daha önemli olan bu koca şehrin nasıl tarumar edildiği, kim çaldı şu kapıları, pencereleri, örneğin banka kasalarını ya da …
Bir şehirde olması gereken herşey çalınmıştır Maraş’ta.
Öyle özene bezene anlatmaya gerek yok. Devlet Emlak Malzeme’deki defterler açılırsa göreceğiz elbet kimin malı nerede diye. Olmayanın bulunamayacağını bile bile.
Çünkü yok. Boş bir vazonun içine saklanan kurumuş çiçekler gibi, yine bir fotoğrafta gördüğümüz, hepsi yok olmuşlardır artık.
Bu şehrin tüm sesini, nefesini, ruhunu hırsızlar çalmıştır. Bakın kaç kapının ardından, kaç yıkık duvarın ötesinden biri seslendi mi, gel otur, “kopiastre” dedi mi, yollarından vızıldayan bir araba, eteklerini savuşturan bir kadın, belinde kuşağıyla “merhaba” diyen bir adam geçti mi?
Nerede bu şehrin şarkıları? Şimdi içine kaç komut, kaç silah sesi sığdırılmıştır bu sessizliğin? Bazı insanların son duyduğu sestir silah sesi, kırılgan bir mermi gelip alnınızın ortasından vurur, dağıtır tüm gerçekliği. İşte Maraş’ı 45 yıl gün be gün böyle öldürdüler!
Durma! Bu defa. Bu defa farklı, çünkü fotoğraf karelerini çekenler askeri izinle dolaşıyorlar Maraş’ta. Bir fiilin suç olup olmayacağı anlayacağınız izne bağlı. Kaç turist daha önce fotoğraf çektiği için tutuklanmış ve cezaevinde kalmıştı yargılanana kadar? Unuttuk mu? Şimdi eline aldığın makineyle çek çekebildiğin kadar komşunun evlerini, yolların çatırdamış kuraklığını, yanında gezen eri, dikenleri, çıyanları, belki birkaç kaçak kelebeği. Çek. Senin ülkende sana ait havayı ancak bu kadar soluyabilirsin.
Asker kımıldar.
“Gitme vakti!”.
Bizim cam kırıklarımızdan fazla, can kırıklarımız var, şu hayalet şehirde.
Alıp gerçek sahibinden, camlarını kırıp, eşyalarını çalıp, tarumar ederek şimdi gülümsüyor devletliler.
Parça parça açacaklarmış.
Parça parça!
Lefkoşa ne kadar ışıldayan beyaz bir şehirse, Maraş’ın sahipleri için de burası o kadar karanlıklara gömülmüş bir “yuva”dır. Benim doğduğum şehrin yarısının evsizleri şimdi öte tarafta bu duygularla bize bakıyorlar. Yuvasından koparılmış nice Kıbrıslı gibi, öfkeyle kendi malında gezinen insanlara “yeter!” diyorlar.
Yetmez mi?
Bütün canları yananların, bir gecede koca şehri terketmek zorunda kalanların ardlarında bıraktıkları hüznü ve öfkeyi toplasanız parça parça, bu yasa dışılık içinde, yaşanılan insanlık ayıbına çare bulamazsınız. Bütün camları toplasanız ve özüne, kuma döndürseniz, bu yarım asırlık suçu yine de karartamazsınız.
Kurduğunuz düzen, yürüttüğünüz bu ortaklık nihayetinde statükodur yine. Çünkü şehrin asıl sahipleri sizin için ancak ve ancak Maraş’ın “eski sahipleri” olabilirler, kameralara bakıp bakıp bu nakaratı tekrarlıyorsunuz.
Siz de biliyorsunuz, uluslararası hukuka aykırı yaptığınız her girişim hüsranla sonuçlanacak, gelecek nesle yine kötü miras bırakan mirasyedilerden olacaksınız. O yüzden sahiplerine verin artık yuvalarını,
yetmez mi?
Cam kırıkları orada duruyor halen, düzeltebilir ve gülümseyebilirsiniz.
Ama can kırıklarının çaresini bulamazsınız.
45 yıllık utanç tarih kitaplarına geçti, sırf Kıbrıslıların lehine işlemeyen milli tarihiniz hatırına.
Şimdi, o kadar hırsız gezerken etrafımızda,
bize, deklanşöre basıp en “güzel” kareyi seçen gazetecinin cam kırıklarıyla dolu fotoğrafı kaldı.
Hırsızlar ellerinde tutuyorlar yuvaları, biz ömrümüzü onların statükocu ellerinde tutukluyoruz.
Tutukluyuz.
Yetmez mi ?
İtiraf edin artık parça parça,
derdiniz “can” değilse,
camları kim kırdı?