Çeviri: Aycan Akcin
Kaynak: The Paris Review
Chigozie Obioma’nın Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Nijeryalı bir öğrenci olarak yaşadığı deneyimler, onu asla kazanmasını istemediği bir bilgiyi öğrenmesine sebep oldu.
İlk kez yurtdışına seyahat eden Nijeryalı bir genç olarak, yurt dışına gideceğimden ötürü yaşadığım heyecan başta baş döndürecek derecedeydi. İngiltere’ye vize başvurum reddedildi ve bu yüzden yeni hedefimim Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde bir üniversiteye gitmek oldu. Az sayıda insanın hakkında çok şey bildiği bir yer gibi duruyordu. Halen uluslararası olarak tanınmamakta.
Çeşitli kutlamalar, dualar ve yakın ve uzak akrabalardan gelen telefon görüşmelerinden sonra, ilk uçak yolculuğumu gerçekleştirdim. Halihazırda orada bulunan bazı Nijeryalı ve Afrikalı tanıdıklardan sıcak bir karşılama beklemiştim ama gelişimden rahatsızlık duymuş gibiydiler ve neden gelmeyi seçtiğimi merak ettiler. Bu davranışları o zaman için bana mantıksız gelmişti çünkü onlar da buradaydı! Neden bunu sorguladıklarını sorduğumda nedenini yakında keşfedeceğimi söylediler.
Adaya geldiğim gün kampüs kafeteryasında yemeğe gittim. Ailem beni oradaki yemekler konusunda uyarmıştı ama sözlerini pek de ciddiye almadım. Yaklaşan yolculuğumun daha hoş tarafları ile ilgilenirken hoşuma gitmeyecek bir şey olabileceğini düşünmemiştim. Ama kafeteryada ayakta dururken o gün, öğle saatinde başımın biraz belada olduğunu biliyordum. Bir koltuk bulduktan sonar tabağıma baktım ve yarı kaynatılmış tavuğun uyluğundan sızan pembe kanı gördüm.
Babamı arayarak beni ‘yemek dahil’ yurttan, öğrencilerin kendi yemeklerini pişirebilecekleri kampüs içi dairelerden birine transfer etmesi için yalvardım. Sonra da kız kardeşimi aradım ve bana yemek tariflerini e-posta atması için yalvardım.
İnsanların beni aşağı gördüğü bir ülkede yabancıydım. Afrika’daki arkadaşlarıma – Dee, Glory ve diğerleri – akşam yemeği deneyimimi anlattığımda, “Kuzey Kıbrıs’a Hoş Geldin!” dediler.
Okul otobüsünde Türk öğrenciler yanımızda oturmamayı seçerler. Birimiz bir kadının yanına oturduğumuzda yanımızdan kalkıp ayakta seyehat etmeyi tercih ederler. Tutsaklar gibi kendi aramızda sıkışırdık. Mesela, sabahları sınıfa birlikte grupça giderdik. Dokuzda başlayan dersler için kampüse sekizde başlayanları yalnız bırakmamak için erken giderdik; böylece oraya yalnız yürümek zorunda kalmazdı.
Sana ‘arap’ diyebilirlerdi – siyahi kişilerin arap olduklarına inanan Osmanlı Türkleri tarafından kullanılan arap kelimesi aslında siyah köleleri ima eder. Sınıfa ulaşıncaya kadar milyonlarca kez arap olarak tabir edilebilirsin ve yoldan geçenler sana bakarak gülerken sen bir an ellerine ve kollarına bakarak bazen belki cidden sağlam Osmanlı zincirleriyle bağlı olduklarını düşünürsün.
Bir öğleden sonra, iki kadın Afrikalı öğrenci sınıftan öfkeyle geri döndü. Dee ve ben onlara olanları sorduk.
“Öğretmen bizi rezil etti,” dedi Seyi.
Seyi’nin arkadaşı K.K, bir profesörün tüm sınıfın içinde, Kıbrıs’a çıplak mı geldiklerini sorduğunu anlattı. Profesör şöyle demiş:, “Televizyonda Afrika’da kıyafet olmadığını duyduk ve görüyoruz. Elbiselerinizi havaalanında mı temin ettiniz? ”
Bu konuyu protesto etme sözü verdik ve ertesi gün Uluslararası Ofis’e şikayette bulunduk. Birkaç gün sonra öğretmen, CNN ve uluslararası medyayı suçlayarak öğrencilerden özür diledi.
Neredeyse her gün, şiddetli ırkçılık olaylarıyla karşılaştık. Bir keresinde, bir kamyoncu Nijeryalı bir kadının önünde durdu, penceresini açtı ve suratına tükürdü. Kadın hiçbir şey yapmamıştı; sadece yolun karşısına geçmek için bekliyordu. Her şeye rağmen, bazı Türk veya Kıbrıslı Türk arkadaşlarlıklarım da oldu. Bir gün, adaya geldikten yaklaşık sekiz ay sonra, arkadaşlarımdan biri olan Mehmet’in ailesi ziyarete gelmişti ve beni yaz tatilinde Türkiye’deki evlerine davet ettiler. Türkiye’ye varınca buranın kesinlikle Kuzey Kıbrıs’tan farklı olduğunu anladım. Mehmet ve ben bir alışveriş merkezine gittik. Park yerinde arabamızı bulmaya çalışırken, bir araba yanımızda durdu. Bir adam dışarı çıktı, dostumla Türkçe birşeyler konuştuktan sonar arkadaşım bana bariz bir utançla baktı ve şöyle dedi: “Özür dilerim Obi. Onun küçük kızı sana dokunmak istiyor kanki. Evet diyor musun?”
Ne söyleyeceğimi bilemedim. Adamın gözleri üzerimdeydi. Mersin öğleden sonraları güneşin arkamızda bir yerlerde parladığı, giysilerimizin sıcaktan vücudumuza yapıştığı bir anda kafamı sallayabildim. Adam arabasının kapısını açtı ve bana doğru fırlayan ve bacaklarımı küçük elleriyle tutan küçük bir kız geldi. Yüzüme bakmadı; bacaklarımı, sanki onu görmeye gelen bir kardeşiymişim ya da uzun zamandır kayıp olan bir arkadaşıymışım gibi kavradı. O an bana bir kovuşma gibi geldi. Türk yetişkinler, özellikle kadınlar, yanımda bile oturmazlar. Ama işte bu küçük kız, henüz tam olarak gelişmemiş, beni tutuyordu. Şimdiye kadarki hoş olmayan deneyimlerimin ortasında bir ışık çıkmış gibi hissettim.
Türkiye’de dört hafta kaldıktan sonra Kıbrıs’a dönmeye hazırdım. Havaalanına gittiğimde iki kadının yanınada bulduğum boş koltuğa oturdum. Hoparlörden bir ses geldi ve neredeyse söylenen her şeyi anladım. Bir süredir bu iki kadın bana bakıyordu. Sonra bir tanesi “Son zamanlarda köleler görüyorum” dedi. Diğeri “Kıbrıs’ta çok var” diye yanıt verdi.
Orada otururken, kendime çok şaşırdım çünkü farkında olmadan Türkçe öğrenmiştim. Türkiye’ye yaptığım yolculuğun ilk iki haftasında, tek bir kelime İngilizce konuşamayan Mehmet’in annesi, her gün benimle iletişim kurmak için ısrar etmişti. Bana bir şeyler gösterip, anlamama yardım etmeye çalışıyordu. İlerleyen günlerde, Türkleri Afrikalıların kokusunu tartışırken duydum; onlar tarafından soyulmamak için nasıl dikkatli olunması gerektiği de. Hatta bir keresinde penisimin boyunun ortalama Türk erkelerinkinden daha büyük olduğuna dair konuşulduğuna şahit oldum.
Kendimi değişmiş hissediyordum. İlk başta, arkadaşlarım Türkçe’yi anladığıma inanamadılar. Ama alışveriş yaparken iletişim kurduğumu gördüklerinde sevindiler. Diğer Afrikalı öğrencilerden ayrı hissettim. Artık benimle alay edenlerin dilini anlayabiliyorum. Arkadaşlarım bilgim için faydacı bir amaç görürken, ben onu bir lanet olarak görmeye başladım. Bana bir avantaj sağladığını hissediyorlardı, ancak ben her gün lobotomi için can atar oldum. Tekrar arkadaşlarım gibi olmak istedim. Bir grup Türk öğrencinin içinden geçebilmek ve ne dediklerini anlamamak istedim.
Bilmemenin ayrıcalığını özledim, ama artık yapabileceğim hiçbir şey yoktu. Her gün Kuzey Kıbrıs sokaklarında yürürürken öyle olmadığımı bilenler tarafından köle olarak adlandırılırdım. Artık istemediğim bir dil tarafından esir alınmıştım ve yapabileceğim hiç bir şey yoktu.
https://www.theparisreview.org/blog/2019/01/30/the-desire-to-unlearn/?fbclid=IwAR2fImn4JmgLOgoqrO-uAtNSfzAH52-3BLVgJeVcKNDuTllDmeTpJ7EyhG8