Vizyon dışı 3 filmle bu hafta da buradayım. Bu hafta izleyip tavsiye edeceğim filmler maalesef biraz hüzünlü, bolca acıklı, ağlatmaya ant içmiş filmler. Nedense bu hafta böyle filmleri tercih etmişim. Yazının başından uyarmakta fayda var bu hafta kafasını boşaltmak için film izlemeyi düşünenler tavsiyelerime uymasınlar.
İlk filmimiz günümüz Alman sinemasının ilk akla gelen isimlerinden Christian Petzold’un “PHOENİX” filmi. Transit ve Barbara gibi bol ödüllü filmlerin de yönetmeni olan Petzold, Phoenix filmiyle İkinci Dünya Savaşı’nın hemen arkasından yaşanan muhteşem bir melodram vadediyor bize. Hikayenin kahramanı Nelly, ikinci dünya savaşından sonra toplama kampından kaçabilmiş, kaçarken de aldığı kurşunlardan yüzü tanınmaz hale gelmiş şarkıcı bir kadın. Nelly yüzündeki kurşun yaralarından ötürü bir takım estetik ameliyatlar geçirmiş yepyeni bir suratın sahibi olmuştur. Nelly yeniden kocasına kavuşma hayalleri kursa da kocası onu ölü bilir. Nelly yerle bir olmuş Almanya’da kocasını bulur fakat kocası onu yeni yüzünden dolayı tanımamaktadır. Nelly kendini başkası gibi tanıtır ve savaş kadar insanların da ne kadar acımasız olduğunu film boyunca izlemeye başlarız.
Yavaş akan, sindire sindire hikayesini anlatan, anlatırken muhteşem bir görselliğe ve oyunculuklara sırtını yaslayan güzel bir film izlemek istiyorsanız Phoenix’i muhakkak izlemenizi tavsiye edebilirim. Sadece yönetmenin fetiş oyuncusu Nina Hoss’un vücudunun her hücresine Nelly’i yerleştirip acı manipülasyonu yapmaya meyilli karakterine ajitasyon yaptırmayan performansı ve filmin muhteşem final sahnesi için bile tekrar tekrar izlenebilecek bir film. “abi sesinden de mi tanımıyor kocası bu kadını” diyecek olanlar ise finale kadar sabretsin derim.
İkinci filmimiz Oscar’ın bu yılki en iyi yabancı dildeki film kategorisinde Lübnan adayı “CAPHARNAÜM” ya da “KEFERNAHUM”. Karamel filmiyle tanıdığımız ve sevdiğimiz bir Nadine Labaki filmi. Film 12 yaşındaki Zain’in duruşma sahnesiyle açılıyor ve hakim Zain’e soruyor, “neden burdasın?”, Zain de anne ve babasına baktıktan sonra hakime dönüp “annem ve babamdan beni dünyaya getirdikleri için şikayetçiyim” der ve filmin finaliyle film başlar. “Allahım bu dünyaya ben niye geldim” sorusununun bir ortadoğu klasiği olduğunu film bir kez daha kanıtlıyor. Film açılış sahnesinden de anlaşılacağı gibi 12 yaşındaki Zain’in üzerinden muhteşem bir “acıların çocuğu” filmi. Bu ajiitasyonu yaparken Nadine Labaki, Mahsun Kırmızgül filmlerini aratmayacak kadar bir çok şeyden besleniyor: Suriyeli göçmenler, Afrikalı kaçak işçiler, Lübnan hukuk sisteminin çarpıklığı, fakir ailelerin plansız çocuk sahibi olmaları, çocuk gelinler, Lübnan’daki uyuşturucu satıcılığının çocuk yaşa inmesi ve dahası, gerçekten ne ararsanız filmde var. Nadine Labaki bu filmle izleyenleri ağlatma garantisi veriyor, filme kendinizi bırakın muhakkak bir konuda ağlayacaksınız emin olun. Ben izlerken “yok artık, bu kadar da olmaz, daha birkaç gün önce yıkandıkları musluktan nasıl olur da sadece pas akar şimdi yahu” gibi yorumlar yapmama rağmen film biterken bir baktım çantamda burnumu silmek için mendil arıyorum.
Capharnaum’un hikaye anlatma yöntemini biraz geçen yıl Türkiye Fransa ortak yapımı olan fakat Fransa adına yabancı dildeki film kategorisine giren Mustang filmine benzettim. Ortada bir olay var fakat pornografik düzeyde abartılı. Nasıl ki Mustang filmi kızların toplumdan tecritini Türkiye’de evin çevresine yüksek duvarlar çekerek onun üstüne de dikenli teller koyarak gerçek dışı sergilediyse, bu filmimiz de öyle. Filmi biraz tiye alarak yorumlamaya çalışsam da, Nadine Labaki gerçekten muhteşem bir atmosfer kuruyor ve özellikle 12 yaşındaki Zain’i canladıran ve Zain’in baktığı 1 yaşındaki bebeği canlandıran muhtemelen bir yaşındaki bebek inanılmaz bir oyunculuk sergiliyor. Özellikle bebeğin kendi annesinin sütünü annesi kaybolduğu için içemeyip, komşunun anne sütününü içtiği ilk andaki sütü yadırgaması muhteşem bir detay oyunculuktu; muhtemelen biberona karabiber sürdüler ☺
Üçüncü ve son filmimiz üç haftadır eksik etmediğimiz Türk sinemasından bir film. Geçen yıl Emre Erdoğdu tarafından çekilmiş bir ilk film olan; ayrıca memleketlimiz Hazar Ergüçlü’nün de oynadığı ve filmle birlikte bir çok ödül aldığı “KAR” filmi üçüncü acıklı filmimiz. Hazar Ergüçlü’nün cesurca canlandırdığı Müzeyyen’in ve çevresinin hikayesini anlatıyor film. Müzeyyen, metreslikle hayatını idame ettiren annesiyle birlikte Antalya’da yaşayan 17 yaşında lise son sınıf öğrencisi hırsızlık kavga ve uyuşturucu gibi toplumun sevmediği şeyleri seven bir kızımız. Aslında toplumun kusmak isteyeceği bir karakter, çevresindeki arkadaşları da öyle. Bir gün annesiyle yaşadığı eve Bolu’dan bir çocuk gelir ve kardeşi olduğunu söyler. Kardeşi Müzeyyen’in tam tersi “beyefendi” bir çocuktur, saygılıdır, hiç kavga etmemiş hiç uyuşturucu kullanmamıştır. Müzeyyen’in kardeşini kabullenme sürecini izlerken, kardeşinin de o sosyal çevreye ayak uydurmasına şahitlik ediyoruz. Tek ortak özellikleri aynı babaya sahip olan iki kardeşin süreç içinde birbirlerine dönüşmesini anlattığını sansak da film vurucu bir sonla düşüncemizi değiştiriyor.
Bolu’dan gelen kardeşiyle kahvaltı eden Müzeyyen kardeşine sorar: “senin için huzur nedir” kardeşi cevaplar “karlı bir kış gününde evden dışarıyı izlemek”. Müzeyyen de “bizim burda hiç kar yağmaz” der ve hem filminin adının kaynağını, hem hikayenin neden Antalya’da geçtiğini hem de Müzeyyen’in asla huzurla bir arada olamayacağını metaforik bir şekilde anlarız. Doğal atmosferi ve oyunculuklarıyla, inceden yürek inciten hikayesiyle; Hazar Ergüçlü’nün cesur oyunculuğuyla izlenilesi filmlerden. Blu Tv’de var ama üyeliğiniz yoksa her hangi bir arama motoruna “kar filmi izle” yazmanız yeter çıkıyor; ben ilk öyle izlemiştim.
Anca üçüncü haftada bu yazılara bir başlık bulabildim: daha çok vizyona girememiş ya da seneler evvel gösterilmiş filmler tercih edip paylaştığım için Vizyon Dışı başlığını koymam fena olmadı sanki.