2020 yılına dair göstergeler, Gayri Safi Yurtiçi Milli Hasıla’nın %15 civarında daraldığına işaret ediyor. Buna dair kabaca ilk hesaplamayı Nisan 2020 tarihinde yapmıştım ve bu rakamın %12,8 civarında olduğunu söylemiştim.
Bu yazıyı kaleme aldığımda, konunun ciddiyetini daha net bir biçimde aktarabilmek için farklı ekonomik kriz dönemlerinde, farklı ülkelerdeki GSMH rakamlarını paylaşmıştım. Bunlardan yakın coğrafyamızdaki örneklerdeki daralma oranları şu şekildeydi:
2013 Kıbrıs krizi: -%5,9
2011 Yunanistan krizi: -%9,1
2001 Türkiye krizi: -%7,4
Bu rakamların bilincinde olarak, -%15 civarında beklenen daralmanın, bazı sektörlerde çok daha derin yaşandığı ise yadsınamaz bir gerçek. Yani Süpermarket sahipleri bu şoktan, küçük işyeri sahipleri kadar sert etkilenmediği açıktır.
Ancak a) ülkeyi terk eden işgücü, b) TL’deki değer kaybı c) geçiş noktalarının aktif şekilde çalışmaması, d) turizm ve yüksek öğrenimin yarattığı talebin kaydı birleşerek, toplam talebin daraldığı koşullarda, TL’deki değer kaybıyla aynı zamanda enflasyonist baskının yükseltmektedir. Dış faktörlerin yanında hükümetin elinde olan iki kaldıraç:
1) Söz verilen Covid-19’un etkisini azaltacak mali destek mekanizmalarının etkin bir biçimde uygulanmamış olması;
2) Asgari ücret artışının gerçekleşmemesi ile alım gücünde bir artışa gidilmemiş olması;
nedenleriyle de 2021 yılına yönelik de henüz büyüme göstergesine sahip bir ekonomik performansın yakalanacağına dair bir öngörüde bulunmak oldukça zor.
Aşılama faaliyeti ile yüksek öğrenim ve aşamalı olarak da turizm sektörünün açılarak, talebin yükselmesine yönelik bir varsayım olsa da; bunun başarı ile gerçekleşip gerçekleşmeyeceği bilinmemektedir. Şahsi fikrim, en azından 2021 yılının ilk yarısının da “kayıp zaman” olarak geçirileceği, genellikle mart ayı ile yoğunlaşmaya başlayan turizm sezonunun da istenilen katkıyı yapamayacağıdır.
Özellikle ödemeler dengesinde en önemli kalemlerden biri olan turizm gelirleri konusunda belirsizliğin devam edeceği görülüyor. Kıbrıs adasına genel olarak en fazla ziyaret eden ülke yurttaşlarının yaz döneminde pandemi politikalarının ne olacağına dair bir fikir yok ve Avrupa Birliği henüz, aşı sertifikaları ile ilgili ortak bir politika oluşturmuş değil. Yani Almanya’da yapılan aşının, henüz Fransa tarafından kabul edilip edilmeyeceği dahi bilinmezken, turizmin Mart ayından itibaren başlaması gerçekçi olmaktan uzak.
Hal böyleyken, şimdiye kadar takip ettiğim kktc bütçesinin, ekonomik büyüme için bir zemine sahip olup olmadığı derin soru işaretleri barındırmaktadır. Buna ek olarak, özellikle alım gücünü arttırmaya yönelik bir politik çerçeve henüz oluşturulmuş değildir. En basit asgari yaşamı garanti edecek sosyal yardım sisteminin geliştirilmesine yönelik kayda değer bir artış bütçede görülmemektedir. İstihdam sorununu çözen ve kamu maliyesine katkı sağlayan mikro işletmeleri hedefleyen bir politika öngörülmemekte, özel sektör ile hala daha anlaşılan piyasayı domine eden az sayıdaki büyük işletmenin öncelikleri görülmektedir.
Tüm bunlar yaklaşan dalganın, derinleşerek artacağı, alım gücünde ortaya çıkan daralmanın, işsizlik ve yoksullaşma ile ilgili daha yapısal sorunları ortaya çıkaracağını göstermektedir. Bu derinleşen yoksulluk çıkmazı, COVID19 krizinden önce de, uygulanan ekonomi politikalarıla hali hazırda gelişmekte olduğunu hatırlatmak gereklidir. Yani sürecin hızlanmasına katkı yapan COVID19, sorunun kaynağı değildir.
Hal böyleyken ne yapmalı sorusu önem kazanmaktadır. Hele de kurulduktan 3 hafta geçerkenden erken seçim nidaları yükseliyorsa, kurumsal anlamda sosyal politikaların geliştirilmesi, sosyal politikalar ile yoksulluk, istihdam ve üretim odaklı bir modelin geliştirilmesi elzemdir.
Bununla birlikte, vergi politikalarının gözden geçirilmesi gereklidir. Kişilerin ve kurumların vergilenmemiş varlıklarının belirlenmesi, fonksiyonel olan ilerici bir vergi sistemi ile gelir grupları arasındaki farklılıkların daha anlamlı bir biçimde belirlenerek oranlarının düzenlenmesi ve en varlıklı %1’in varlık gelişimine bakılarak bu kesimin daha adil vergilendirilmesi ciddi ciddi konuşulması gerekmektedir.
Tüm bunlar olurken, kolektif üretim modelleri ile özellikle mikro işletmelerin risklerini azaltarak, etkin ortaklıklar geliştirecekleri ve aracıları elemine edebilecekleri anlayışların ilerletilmesi önemlidir. Bu maliyetleri azaltırken, daha sağlıklı bir iş ikliminin oluşmasını sağlayacağı bilinmektedir. Bunun için de sivil toplum – özel sektör işbirliğinin dönüştürücü rolünü oynaması son derece elzemdir.