Yine bir susturma operasyonu ile karşı karşıya olan Afrika gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Şener Levent ile yeni Afrika davasını, Kıbrıs’ın kuzeyindeki rejimin geçirdiği dönüşümleri, Türkiye’yi, toplumsal iniş çıkışları, şimdiyi ve geleceği konuştuk.
Röportaj: Hasan Yıkıcı
“Mağdur olan taraf biz, öldürülmek istenen biz, fakat savcılık bize dava açıyor sözleriyle” davaya giden süreci anlatan Levent, haklarında üç dava açıldığını belirtti. “Birincisi yayınladığımız Erdoğan karikatürü kolajı. İkinci dava benim Zorba the Cypriot başlıklı köşe yazım ve üçüncü dava gazetemizin 22 Ocak’taki manşeti, “Türkiye’den bir işgal hareketi daha” başlığından dolayı”
“Tacan Reynar bu toplumda yapılmayan bir şeyi yaptı”
Davanın görüşüldüğü ilk duruşmada yargıç olan şimdi ise kendilerinin gönüllü avukatlığını üstlenen Tacan Reynar için bir ilki gerçekleştirdiğini ifade eden Levent şöyle konuştu: “Tacan Reynar bu toplumda yapılmayan bir şeyi yaptı. Bana sorarsan devrimci hareketler işte bunlardır. Mahkemedeki kürsünün arkasından kalktı ve kürsünün önüne geçti. Bizi yargılamayı değil savunmayı seçti”
Raynar’ın verdiği kararı etik bulmayanları toplumun iyi tanıması gerektiğini söyleyen Levent,“o yargıç koltuğunda oturmaya devam etseydi bu doğruların hiçbirini söyleyemeyecekti. Gördüğü manzaralar belki onda büyük hayal kırıklığı yarattı. Neyle karşı karşıya olduğumuzu gayet iyi biliyor” ifadelerini kullandı.
“Başka birisine de bırakmazdım”
Daha önceki davalardaki gibi bu davada da yine kendisini savunmaya hazırlanan Şener Levenet, Tacan Reynar’ın kendisini arayarak savunmayı gönüllü olarak üstlemek istediğini söylediğini belirtti. Levent savunmayı başka birine vermeyi düşünmediğini fakat Reynar’ın farklı olduğunu kaydederek şunları vurguladı: “Çünkü benim mahkemede yapabileceğim savunmayı başka bir avukatın yapabileceğini düşünmüyorum. Ama Tacan Reynar başka. Bana güven veren biri. Her şeyden önce yaptığı hareket ile bizde bu güveni yarattı. Ben de seve seve savunmayı ona bıraktım. Başka birisine de bırakmazdım. Çünkü neyle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz.”
“Kendimi savcılıkla değil Erdoğan ile karşı karşıya sayıyorum”
“Bu davada iki kesim vardır. Kıbrıs’ın işgal altında olan bölgesi ile Türkiyedeki iktidar” şeklinde konuşan Şener Levent, davaların dışarıdan getirildiğini düşündüğünü vurgulayarak, “Kendimi savcılıkla karşı karşıya saymıyorum. Tayyip Erdoğan ile karşı karşıya sayıyorum” dedi.
“Toplum bugün bu hale geldiyse işte bu suskunluktan dolayı geldi”
Davalar başlamadan Recep Akdağ’ın kullandığı “Mahkum olmaları için ben şahsen gerekeni yapacağım” ifadelerini de hatırlatan Levent, bunun karşısında hiçbir yetkilinin sesini çıkartamadığına işaret ederek “’sen nasıl bizim adaletimize, hukukumuza müdahale ediyorsun’ diye ona hesap sormaları gerekirdi. Fakat nedense kimse bir şey söylemedi. Her şey gibi bu da sineye çekildi ve yutuldu. Bu toplum bugün bu hale geldiyse işte bu suskunluktan, sessizlikten, tepkisizlikten dolayı geldi” dedi.
“Böyle bir olaya gözlerini kapayabilmesi için büyük marifet lazım”
CTP’nin Özker Özgür’ü Parti’den attıktan sonra bambaşka bir parti haline geldiğini de ifade eden Levent, Tufan Erhürman’a da eleştiriler yönlendirdi: “Şu an sanırım en kötü dönemini yaşıyor. Düşün Parti’nin başında aynı zamanda başbakan olan biri var. Ve 22 Ocak olaylarıyla ilgili tek bir söz söylememiştir. Bu onun temsil ettiği Parti’nin de kendisinin de hayatına kara bir leke olarak geçecektir. Bunun vicdani ile nasıl rahat yaşayabilir onu merek ediyorum. Sen Meclis’teydin ve başını uzatıp bakmadın bile. Tek bir kişi, o yemini dinlemeye gelen Akıncı dışarı çıktı. Çok da yerinde bir adım attı. Saldırıya da uğradı ve orada polise “öldürüyorlar kendilerini hala müdahale etmeyecek misiniz?” dedi. Ama Tufan Erhürman böyle bir olayı görmemeyi tercih etti. Bu çok büyük bir marifet yahu. Böyle bir olaya gözlerini kapayabilmesi için büyük marifet lazım” şeklinde konuştu.
“Her şey kökten değişmeli”
Şener Levent Kıbrıslıtürkler’in çok ciddi bir tehlike ile karşı karşıya olduklarını da kaydererek, artık her şeyin kökten değişmesi gerektiğini vurguladı.
Şener Levent ile yaptığımız röportajın ilk bölümü:
Hakkınızda açılan davalar var. Yeni bir süreç başlıyor. Aslında yine bir Afrika’yı susturma hareketiyle karşı karşıyayız. Bu kez biraz daha farklı galiba.
Bu davalarda bir gariplik var. Biz burada bir linç girişimiyle karşı karşıya kaldık. Üstelik bizi polisin himayesinde öldürmek istediler. Tıpkı Sivas Madımak’taki gibi. Tek fark burayı yakmamış olmaları. Böyle olduğu halde polis bir kaç gün kimseyi tutuklamadı. Akıncı olayların üzerine gidince ve polis genel müdürü ile GKK komutanını makamına çağırıp görüşünce ardından da burada bir miting de olunca polis 6 kişiyi tutukladı. 6 kişi kıdemli yargıç Tacan Reynar tarafından tutuklu yargılandı ve çeşitli hapislik cezalarına çarptırıldı. Ancak çok geçmeden şartlı tahliye kurulu tarafından oy birliği ile serbest bırakıldılar. Bu da yargıcın kararının çiğnemek anlamına gelirdi, iyi niyetli bir karar değildi.
Aranmakta olan 9 kişi daha var aslında…
Hala da aranmaktaymış. Arandan bu kadar zaman geçmesine rağmen o 9 kişi yakalanmadı. Burada da iyi niyet görmüyorum. Avukatımız Öncel Polili Polis’ten bilgi istedi ve kendisine Temmuz ayında yakalanmayan 9 kişinin hala arandığı, yakalanmaya çalışıldığı bilgisi verildi. Aradan bu kadar zaman geçtiği halde.
Size açılan davalar nelerdir?
Mağdur olan taraf biz, öldürülmek istenen biz, fakat savcılık bize dava açıyor. Üç dava açtı. Birincisi yayınladığımız Erdoğan karikatürü kolajı. İkinci dava benim Zorba the Cypriot başlıklı köşe yazım ve üçüncü dava gazetemizin 22 Ocak’taki manşeti, “Türkiye’den bir işgal hareketi daha” başlığından dolayı. Bu davalar açıldıktan sonra önce kıdemi yargıç Tacan Reynar tarafından görüldü. İlk duruşmayı onun huzuruda yaptık. Orada itham edildik. İthamları reddetim. Savcı sadece karikatür davasında 35 kişilik tanık gösteridi.
O dönem sizin davada savcı olan Tacan Reynar şimdi sizin avukatınız. Reynar’ın açıklamaları ve eylemleri son dönemlerde çok tartışılıyor, büyük bir de sempati kazanmış durumda.
Tacan Reynar bu toplumda yapılmayan bir şeyi yaptı. Bana sorarsan devrimci hareketler işte bunlardır. Mahkemedeki kürsünün arkasından kalktı ve kürsünün önüne geçti. Bizi yargılamayı değil savunmayı seçti. Ve toplumun da bu davayı sahiplenmesi için çağrı yaptı. Bu davanın kaybedilmesi durumunda hepimizin boğulacağımızı söyledi.
Yargıçlıktan sizin avukatlığınıza geçişini etik mi diye sorunsallaştıranlar da var…
O etik mi diye soranları toplum iyi bellemeli. Eğer dostunu düşmanını ayırmak isterse o “etik değil diyerek” Tacan Reynar’ı eleştirenleri iyi bellesin. Onlar kendi kendilerini ele veriyorlar. Toplumun dostu olmadıklarını söylüyorlar. Ne demek etik değildir. Bir yargıç yargıç koltuğundan kalkar ve doğruları söylemeye başlarsa bu etik değil midir? Ki o yargıç koltuğunda oturmaya devam etseydi bu doğruların hiçbirini söyleyemeyecekti. Gördüğü manzaralar belki onda büyük hayal kırıklığı yarattı. Neyle karşı karşıya olduğumuzu gayet iyi biliyor.
Sizin avukatlığınızı üstlenmesi nasıl gelişti?
Beni aradı, Kanada’dan döndükten sonra. Ve bana avukatımın kim olduğunu sordu. Ben kendim yapacam dedim. Başka bir avukata da vermeyi düşünmüyordum. Çünkü benim mahkemede yapabileceğim savunmayı başka bir avukatın yapabileceğini düşünmüyorum. Ama Tacan Reynar başka. Bana güven veren biri. Her şeyden önce yaptığı hareket ile bizde bu güveni yarattı. Ben de seve seve savunmayı ona bıraktım. Başka birisine de bırakmazdım. Çünkü neyle karşı karşıya olduğumuzu biliyoruz. Aslında Tacan Reynar’ın söylediği çok doğru, bu dava bir özgürlük davası. Bu davada iki kesim vardır. Kıbrıs’ın işgal altında olan bölgesi ile Türkiyedeki iktidar. Kendimi savcılıkla karşı karşıya saymıyorum. Tayyip Erdoğan ile karşı karşıya sayıyorum. Recep Akdağ daha bu davalar başlamadan şu ifadeyi kullandı: “Mahkum olmaları için ben şahsen gerekeni yapacağım.” Bu ifadenin burada müthiş bir tepki görmesi gerekirdi. Cumhurbaşkanımızın veya siyasi partilerimizin veya yüksek mahkeme başkanının çıkıp buna bir cevap vermesi gerekirdi. “Sen nasıl bizim adaletimize, hukukumuza müdahale ediyorsun” diye. Ona hesap sormaları gerekirdi. Fakat nedense kimse bir şey söylemedi. Her şey gibi bu da sineye çekildi ve yutuldu. Bu toplum bugün bu hale geldiyse işte bu suskunluktan, sessizlikten, tepkisizlikten dolayı geldi.
Eskisi gibi tepki veremiyoruz sanki. Mücadelede, direniş potansiyelimizde gerileme var gibi gelmiyor mu size de? Bir de tabii tünelin ucu meselesi var?
Başbakan tünelin ucunda ışık yok diyerek neyi kastetti bilemiyoruz. Orada özgürlük mü yok yoksa maddi olarak toplumun daha da yoksullaşacağını mı kastetti bilemiyoruz. Tünelin ucundaki görmemiz gereken ama olmayan ışığın ne olduğunu söylemedi. Sadece ışık yok dedi. Ama hangi ışıktır bu. Görmemiz gereken çok ışık vardır burada.
Neden geriledi mücadele. Bu toplum aslında hepsini denedi. Denenmeyen hemen hemen kimse kalmadı. Sonra baktı ki gelip gidenlerin birbirlerinden bir farkı yok. Ufak tefek olabilir ama genelde yok. Asıl Türkiye karşısında direnç göstermeleri gerekirken hepsinin boynu bükük. Şimdi dönüp geriye baktığımda KTÖS’ün 17 yıl önceki pankartını görüyorum. Toplumu sarsan bir pankart. Ankara ne paranı ne memurunu ne paketini istiyoruz pankartı. Hiçbirini istemiyoruz. Bir de KTÖS’ün son eylemlerdeki tavrına bakıyorum ve ne kadar geriye gittiklerini görüyorum. Eğer son yaptıkları eylemlerde tekrar 17 yıl önceki pankartı çıkartıp ortaya koysalardı belki taşlar yeniden yerinden oynamaya başlayacaktı.
Kendisine güvenilen kesimler toplumun tepkilerini yanlış yere yönlendirdi. Bu gazeteyi çıkartmayı başladığımızda 97’de Arif hoca bana “Şener kaç kişi kaldık, gazeteyi çıkartıp da kime satacağız” demişti. Konuştuğum herkes o dönem toplumun üstüne bir ölü toprağı serpildiği söylüyordu. Mitinglere 300 kişi bile gelmiyordu. Gazeteyi çıkartmaya başladıktan sonra yapmak istediğim şey şuydu: Türkiye bizi burada birbirimizle karşı karşıya getiriyor. Glatyatörler gibi bizi birbirimize düşürtüyor ve o trübünlerden izliyor. Onu trübünlerden sahaya indirmek, maskesini düşürmek ve asıl orkestra şefi budur diye topluma göstermekti niyetimiz. 2000’li yıllarda olan buydu. Denktaş generalle birlikte sahaya indi ve başarılı olamadılar. 18 Temmuz 2000’de kalabalık mitinglerin ilki yapıldı. Türkiye’ye karşı tam bir başkaldırıydı. Bunu gördükten sonra karşımızdakiler taktik değiştirdiler ve artık sol gözükenler de bizi karalamaya, bizim üzerimize çullanmaya başladılar. Denktaş bize Rum casusu dediyse CTP solu da bize Türk casusu dedi. Toplumun tansiyonunu düşürdüler. Ardından Annan mitingleri geldi. Ben Annan mitinglerini başkaldırı mitingleri olarak saymıyorum. Çünkü bu mitingler ABD, İngiltere ve Türkiye’nin kanatları arasında yapıldı. Annan Planı mitingleri yapılırken aynı sıralarda Irak’ta kan gövdeyi götürmekteydi.
Annan Planı bizim için değil, Türkiye için hazırlandıydı. Türkiye’yi suçlu sandalyesinden masum sandalyesine oturtmak için.
2003 yılından 2009 yılına kadar CTP’nin hükümette olduğu dönem tam bir faciadır. İTEM yasasının mimarları geldi, bileşik faiz yasasının mimarları geldi. Ve daha önce eşine rastlanmayan rezaletlere, yolsuzluklara tanık olduk. Bütün bunlar toplumda o kadar derin hayal kırıklığı yarattı ki insanlar sol geçinen kesimlere yönetimi teslim ettiğinde başına geldiğini gördüğü zaman 2009’da UBP’yi tek parti olarak yönetime getirdi. 2010’da da Eroğlu saraya seçildi. Hepsini geri aldılar. Kimin yüzünden? CTP’nin yüzünden. Türkiye’deki AKP ile de tam bir uyum içinde. O dönem CTP’liler o kadar bir AKP ve Erdoğancı olarak ileriye gittiler ki toplumda Erdoğan’ı eleştirenleri bile çözüm karşıtı ilan ettiler.
Bugün baktığımızda 2000 yılında 20000 kişi sokaklara çıktı. 2011 yılında gazetemiz kurşunlandı muazzam bir miting oldu. Ve 2018 yılında linç girişimi karşısında yine bir miting oldu. Keşke bu mitingleri düzenleyenler doğru yönlendirebilselerdi halkı. Son miting polisle uzlaşılmış bir yürüyüştü. Ankaradakilere laf yok. Erdoğan’a laf yok. Türkiye’nin burada bize yaptıklarına ses yok. Sahneyi bile rejim sahiplerinin istediği yere kurdular. Ben sadece sahneye çıkıp halkı selamlamak istedim. Konuşma yapacak da değildim. Ama buna da izin vermediler.
Aslında bir çaresizlik var diyebilir miyiz? Toplumda liderlik boşluğu var ve insanlar öfkesinin yönelebileceği bir yol bulamıyor.
Mustafa Akıncı seçilmeden çok daha etkili biriydi. Kritik durumlarda sesini yükseltebilen birisi olmuştu. Akıncı ile farklı düşüncelerimiz var ama cesaretli bazı çıkışlar yapabileceğini söyledik. Ama yapamadı. Akıncı’ya bağlanan umutlar da sonuç vermedi. Bekleneni karşılayamadı.
CTP Özker Özgür’ü Parti’den attıktan sonra bambaşka bir raya girmişti. Şu an sanırım en kötü dönemini yaşıyor. Düşün Parti’nin başında aynı zamanda başbakan olan biri var. Ve 22 Ocak olaylarıyla ilgili tek bir söz söylememiştir. Bu onun temsil ettiği Parti’nin de kendisinin de hayatına kara bir leke olarak geçecektir. Bunun vicdani ile nasıl rahat yaşayabilir onu merek ediyorum. Sen Meclis’teydin ve başını uzatıp bakmadın bile. Tek bir kişi, o yemini dinlemeye gelen Akıncı dışarı çıktı. Çok da yerinde bir adım attı. Saldırıya da uğradı ve orada polise “öldürüyorlar kendilerini hala müdahale etmeyecek misiniz?” dedi. Ama Tufan Erhürman böyle bir olayı görmemeyi tercih etti. Bu çok büyük bir marifet yahu. Böyle bir olaya gözlerini kapayabilmesi için büyük marifet lazım.
Kıbrıs’ın kuzeyinde artık derinleşen bir temsiliyet sorunu var. Sandığa gitmek de gitmemek de bir işe yaramıyor. Sizce ne yapmak lazım?
Her şeyin kökten değişmesi gerekir. Müzakere masasında Kıbrıslı Türkler yoktur, Türkiye’nin talepleri vardır. İki taraf arası müzakerelerde asıl adım atması gereken taraf Türk tarafıdır. Türkiye Ada’nın yarısını 74’de zapt etmiştir ve daha sonra bu işgal ve istilaya dönüşmüştür. Akıncı’nın yine de her şeye rağmen müzakerelerde olumlu bir rolü oldu. İlk defa olarak garantörlük konusunu masada tartışma konusu yapmayı başarabildi. En azından bunu görüşebiliriz dedi. Önemli bir gelişme ama orada kaldı. Garantörlüğün kalkmasını savunmuyor, sadece bunu görüşebiliriz dedi ve orada kaldı. Karşı taraf sıfır asker sıfır garanti diyor. Aslında Anastasiadis’in ağzından böyle bir şey çıkmadı. Sıfır asker mümkün de değil. Burada İngiliz üsleri var, onlar da asker. Sonuçta masada Türkiye’nin talepleri duruyor. Crans Montana’da da baş oyunca Mevlüt Çavuşoğlu idi. Bunu da yaşayarak gördük.
Her şeyin burada kökten değişmesi gerekir. Çok büyük bir tehlike ile karşı karşıyayız. Türkiye’nin işgali altıdayız. Burası, artık yaşadığımız bölge Kıbrıs olmaktan çıkmış, Türkiye’ye dönmüş durumdadır. Türkiye bizi idare ettiğine göre demek ki Türkiye’deki sisteme bağı olmamız lazım. Türkiye’de ne olacaksa burada da olacak. Türkiye daha da yobazlaşmaya, şeriata doğru hıza yol almaktadır. Artık gördüklerimizi kanıksar hale geldik. Hem orduyu hem yargıyı hem medyayı tamamen eline geçirmiş bir iktidar var. Erdoğan’dan sonra da daha iyi olacağını sanmıyorum. Çünkü Erdoğan’dan önce başlayan bir harekettir bu. 16 yıldır Erdoğan iktidarda. Düşün sen 4 yaşında olan çocuk bugün 20 yaşında. Erdoğan ile büyümek tam bir felaket demektir. Böyle bir düzende yetişmek tam bir felaket. Dolayısıyla o kadar kökleşti ki, bu daha çok uzun yıllar süreceğe benziyor. İrandaki rejim gibi bir rejim olacak. Peki biz Kıbrıslı Türkler olarak ne kadar yaşayabiliriz böyle bir idarenin altında.
(devam edecek)