Türkiye Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ geçtiğimiz günlerde kktcyi ziyaret etti. Akdağ’ın ziyaretleri, AKP KKTC temsilciliğinin açılması ve Türkiye seçmenlerin sayısını vermesi çeşitli tepkilere neden oldu. Fakat bence en fazla dikkat çeken nokta, Yapısal Dönüşüm Programı II. Gözden Geçirme Toplantısı’nda –ki buna neoliberal uyum programı da diyebilirisiniz- yaptığı konuşmada kullandığı dildi. Bilindiği gibi dil, hem zihin dünyamızdakileri ifade etme aracıdır. Fakat dilin işlevi sadece bundan ibaret değildir, dil ile ilişkileri şekillendiririz, anlamlar yaratırız, dil ile yeni dünyalar yaratırız, dil ile özgürleşir veya tahakküm bağlamlarını inşa ederiz.
Akdağ’ın basında da ön plana çıkan cümleleri şöyle: “Mesafe almışız ama çok daha hızlı ve etkin bir şekilde ilerlememiz gerekiyor”, “”Ortaya bir hedef koymuşsak, herkes görevlerini yapmak zorunda. Yapmayacaksak hedef koymamalıyız”, “Çok daha hızlı ve etkin olmalıyız”, “22 faaliyette ilerleme sağlamışız ancak 46 faaliyette henüz arzu edilen ilerlemeyi sağlayamamışız”, “Yapısal reform ve alt yapı yatırımları devam edecek. Ocak 2018’de yapılacak değerlendirmede çok daha iyi bir noktaya ulaşacağımıza inanıyorum. Suyun ulaşamadığı her yere ulaşmasını ve sulama projesinin tamamlanmasını önemsiyorum. Sağlık yatırımlarını ve hastaneleri önemsiyorum. Elektrik getirilmesini ziyadesiyle önemli görüyorum.”
Tüm bu cümlelerde doğrudan ifade edilen ve verilmek istenen mesajların dışında bir de dolaylı olarak ifade edilen ve doğrudan verilmek istenen mesajın çok daha ötesinde ve çok daha geniş anlamıyla başka bir mesaj daha vardır. Akdağ, oldukça naif bir kibirle figüranlarına hangi noktalarda başarılı olup olmadıklarını ifade ederken aynı zamanda kamuoyuna, esasta siyasal erkin kimin elinde olduğunu, bu memlekette esasen kimin sözünün geçtiğini de kayıtlara düşmekteydi.
Bir yandan da Akdağ, parlamentoya talip ve bu ülkeyi iyi yöneteceğine dair sözler veren siyasal odaklara, bu rejimin kırmızı çizgilerini, sınırlarını hatırlattı. İşte tam da bu bağlamda “biz iktidara geldiğimizde”, “üreten yok olmaz”, “iyi yöneticilerle iyi yönetim” vb. ile başlayan muhalefet serzenişleri yaşadığımız gerçekliğin üzerini örtemeyecek kadar basiretsiz kalmaktadır. Örneğin Birikim Özgür’ün geçen hafta Aysu Basri’nin programında “Türkiye’nin dayatması yoktur” demesi ile Halkın Partisi’nin “Türkiye ile eşit ilişkiler” söylemi, Akdağ’ın “Mesafe almışız ama çok daha hızlı ve etkin bir şekilde ilerlememiz gerekiyor” cümlesi veya “Yapısal reform ve alt yapı yatırımları devam edecek. Ocak 2018’de yapılacak değerlendirmede çok daha iyi bir noktaya ulaşacağımıza inanıyorum” beklentisi içinde eriyip gitmektedir.
Meclis açılıyor, herkes seçimlere odaklanmış durumda. Sırf sahte bir iktidarın koltuklarına oturmak için, hakikatin yadsınması veya o yokmuş gibi davranılması, ortaya konan siyasal hedef ve söylemlerin de ne kadar değişken ve duruma göre eğilip bükülebilir olduğunun bir göstergesidir. Eğilip bükülmelere, apolitik sloganlara, yeni bir ulus yaratma tahayyüllerine çokça rastlayacağız. Yalanlara, pişkinliklere, iki yüzlülüklere, sırf bir dönem daha milletvekilliği yapabilmek için hiç olmadık itici şirinliklere rastlayacağız.
Belirsizliğin belirgin olduğu, müesses nizamın sabit kaldığı ve onun önünde dizilenlerin de gülücükler dağıttığı bir döneme giriyoruz ki, sık sık konuşulmayanı konuşmaktan, yazılmayanı yazmaktan ve eylenmeyeni eğlemekten başka hiçbir şansızım yok!
Ada’nın kuzey yarısında adı konulmamış entegrasyon koşullarının olduğunu herkes biliyor. Türkiye kktcyi ne resmi anlamda kendisine entegre eder ne de kktcden elini ayağını çeker ve burada ‘bağımsız bir Türk Devleti’nin kuruluşunu ister! kktc Türkiye için uluslararası arenada ciddi bir koz, coğrafi anlamda ise kültürel, politik ve stratejik olarak ‘anlamlı’ bir periferidir. Türkiye’nin daha da ötesinde uluslararası güçler de burada kontrolsüz bir belirsizliği değil, kontrollü bir belirsizliği tercih ederler.
Fakat kimse bunu kamusal anlamda ifade etmiyor veya siyasetini-hedeflerini-strateji ve taktiklerini bu hakikat üzerinden şekillendirmiyor. Hakikatin bilinmemesi veya farkına varılmaması veya bu yönde bir çabasının olmaması siyasal olarak yanılsamalara, etik olarak da kötü bir yaşama yol açabilir. Fakat hakikatin farkında olunması ama sanki de o yokmuş gibi davranılması, yani sürekli olarak onu unutmaya ve unutturmaya dair bir çaba ise en basit ve hafif bir manayla, sefil bir varoluş biçimidir. Bize de sunulan bu sefillik içerisinde tercihlerde bulunarak, demokratik vazifemizi yerine getirmek, kendi kendimizi yönettiğimiz sanrısına kapılmak ve susmak! Siyasal, bireyse ve toplumsal konformizmlerle tatmin olmak!
Bu rejimin sınırlarını kendisine dert edinmeyen, kırmızı çizgilerde gezinmeyi ve o çizgileri aşındırmayı çabalamayan herhangi bir siyaset, ürettiğini zannederek yok olur veya evin önünü süpürürken yan kapıdan gelen kirlerle ne yapacağını düşünür. Her zaman Türkiye’nin gölgesinde, ezik bir siyaset üretir. Tahakküm ilişkileri ile baş etmeye çalışmaktansa, kendi küçük yalan dünyası ile baş etmeyi tercih eder. Küstahlık, bu yalanın kurtuluş yolu olduğunu söylemekte, basiretsizlik ise bu yalanın karşısına hakiki bir varoluş seti örememekte. Yani hep küstah hem basiretsiz. Küstah bir basiretsizlik bizi nereye kadar götürebilir ki?
Peki ne yapmak lazım? Bunun bir reçetesi yok, en azından bu satırların yazarında yok. Gerek sol siyaset gerekse de Kıbrıslı Türklerin geleceği açısından odaklanılabilecek noktaların bugüne kadar keşfedilmemiş veya keşfedildiyse de iktidarlar bağlamında şekillendirilmeye çalışılan içsel potansiyellerin yeniden keşfedilerek inşa edilmesi, öz yönetim odaklı yeni yaşam, paylaşım ve varoluş alanları yaratmak olabileceğini düşünebiliriz.* Bu da beraberinde bugüne dek sorun etmediğimiz bazı şeyleri artık sorun etmemizi gerektirir, mesela ulus devlet gibi, mesela parlamentonun işlevi gibi veya siyasal ve kültürel konformizmimiz, temsili demokrasi ve geleneksel siyasal özneler gibi! Ayrıca sürekli marazi, şikayet eden ve hüzün üreten alışkanlıklarımızın yerine, böyle bir keşif çoşku, sevinç ve motivasyon gibi yaratıcı güçleri de devreye sokacaktır.
Eğer adı konulmamış entegrasyona karşı mücadele edeceksek yeni bir paradigmaya ihtiyaç duyuyoruz demektir. Yeni bir paradigmayı de merkez ve geleneksel siyasetlerin alışkanlıklarıyla değil, kendi içkin potansiyellerimizi ve özgünlüklerimizi yeniden keşfederek yaratabiliriz.
*Mesela ülkenin en güçlü eğitim sendikalarından olan KTÖS, laiklik vurgusunu Dr. Küçük’ün mezarına çiçek bırakarak yapmakta. Fakat hiçbir şekilde din kursları olsun veya olmasın, belli aralıklarla-düzenli olarak alternatif özgür eğitim kolektifleri kurmak için çaba göstermez. Kendilerine solcu diyen belediyeler, küçük küçük iktidarlar ve imparatorluklar yaratmaktansa, halkın doğrudan kararlar üretebileceği ademi merkezi, katılımcı ve temsili demokrasiye alternatif olabilecek yatay halk meclisleri oluşturmak için veya ekolojik alanlar yaratmak için çaba harcamazlar.