Matrix Resurrections’ın çok sayıda incelemesinde göze çarpan ilk şey, filmin konusunun (özellikle sonunun) sosyo-ekonomik durumumuz için bir metafor olarak ne kadar kolay yorumlandığı. Solcu kötümserler bunu, insanlık için hiç umut olmadığına dair bir içgörü olarak okuyorlar: Matrix’in (bizi kontrol eden şirket sermayesi ağının) dışında hayatta kalamayız, özgürlük imkansız. Solcu kötümserlerden ayrı, bir de, yıkıcı Makine Savaşları’ndan altmış yıl sonra, filmde insanlarla makineler arasında bir tür ilerici ittifak vizyonu gören sosyal demokrat pragmatik “gerçekçiler” var. Bu savaşlarda “Makinelerin yaşadığı kıtlık, Makineler ve programlardan oluşan bir grubun kaçıp insan toplumuna katıldığı bir iç savaşa yol açmış.” İnsanlar da taktik değiştirmiş: ‘Io’ (Matrix’in dışındaki gerçeklikte General Niobe tarafından yönetilen bir insan şehri), yaşamak için gerçeklikteki önceki şehirleri olan Zion’dan çok daha iyi bir yer (önceki Matrix filmlerinde Zion’da yıkıcı bir devrimci fanatizm olduğuna dair açık ipuçları vardı).
Makinelerin yaşadığı kıtlık, yalnızca savaşın yıkıcı etkilerinden değil, her şeyden önce, Matrix için insanlar tarafından üretilen enerji eksikliğinden kaynaklanıyor. Matrix serisinin temel önermesini hatırlayalım: Yaşadığımız gerçeklik olarak deneyimlediğimiz şey, tüm zihinlerimize doğrudan bağlı mega bilgisayar olan ‘Matrix’ tarafından üretilen yapay bir sanal gerçekliktir ve bu haliyle, Matrix’e enerji sağlayan pasif bir canlı pil durumuna indirgenmişizdir. Ancak film asıl gücünü, merkezi tezi olan bu önermeden değil, su dolu kozalarda klostrofobik bir yaşam süren ve Matrix’e enerji üretmek için canlı tutulan milyonlarca insanın oluşturduğu, odak noktası olan o sahneden almaktadır. Dolayısıyla (bazı) insanların Matrix kontrollü sanal gerçeklikten ‘uyanışı’, dış gerçekliğin geniş alanına bir açılma değil, her birimizin doğum öncesi sıvısı içine batmış fetüs benzeri organizmalar olduğumuz gerçekliğinin korkunç bir şekilde farkına varıştır. Bu mutlak pasiflik, bilinçli deneyimimizi aktif, kendini farz eden özneler olarak ayakta tutan, yasaklanmış fantezidir – bu, nihai sapkın fantezidir, esasen Öteki’nin (Matrix’in) hazzının araçları olduğumuz, yaşam-özümüzün piller gibi bizden emilmiş olduğu fikridir.
Bu dispositifin gerçek libidinal muamması burada yatar: Matrix neden insan enerjisine ihtiyaç duyar? Sebebin enerji sorununu çözmek olduğu elbette anlamsızdır: Matrix, milyonlarca insan birimi için koordine edilmiş son derece karmaşık bir sanal gerçekliğin düzenlenmesini gerektirmeyen başka, daha güvenilir bir enerji kaynağını kolayca bulabilirdi. Tek tutarlı cevap şudur: Matrix, insan hazzından beslenir. Dolayısıyla burada, büyük Öteki’nin kendisinin kimliksiz/anonim bir makine olmaktan çok öte, sürekli bir haz akışına ihtiyaç duyduğu şeklindeki temel Lacancı teze geri dönüyoruz. Filmin gerçek durumumuza uyanışımızın sahnesi olarak sunduğu şeyi, esasen onun tam tersi, varlığımızı ayakta tutan temel fantezi olarak tersine çevirmeliyiz.
Peki Matrix, insanların daha az enerji üretmesine nasıl tepki veriyor? Burada Analist adında yeni bir figür devreye giriyor: Matrix’in insanların korkularını ve arzularını manipüle etmesi durumunda, makineler tarafından emilebilecek daha fazla enerji ürettiklerini keşfediyor:
“Analist, Matrix’in bu yeni versiyonunun yöneticisi olan yeni Mimar. Ancak Mimar soğuk, katı matematik ve gerçeklerle insan zihnini kontrol etmeye çalışırken, Analist daha kişisel bir yaklaşım benimsemeyi, mavi hapları hizada tutan kurgular yaratmak için duyguları manipüle etmeyi seviyor. (İnsanların “en kafayı yemiş uydurmalara inanacağını” gözlemliyor, ki Facebook’ta biraz zaman geçirdiyseniz, gerçeklerden çok da uzak değil bu.) Analist, yaklaşımının, insanların Makineleri beslemek için her zamankinden daha fazla enerji üretmesini sağlarken, onları simülasyondan kaçma isteğinden alıkoyduğunu da söylüyor.
Biraz ironi ile, Analist’in insanları enerji pilleri olarak kullanmasının, düşen kâr oranlarının düzeltilmesi olduğunu söyleyebiliriz: insanlardan sadece haz çalmanın yeterince üretken olmadığını fark ediyor. Matrix, daha fazla haz çalabilecekleri pil işlevi görebilsinler diye insanların deneyimlerini de manipüle etmeli. Kurbanların kendileri de haz almak zorunda: Ne kadar çok insan haz alırsa, onlardan o kadar fazla artı-haz alınabilir – Lacan’ın artı-değer ile artı-haz arasındaki paralelliği burada tekrar doğrulanıyor. Sorun şu ki, Matrix’in yeni yöneticisi (psikanaliste bariz bir göndermeyle) ‘Analist’ olarak adlandırılsa da, o bir Freudyen analist olarak değil, daha ziyade, ilkel bir faydacı olarak hareket ediyor ve şu özdeyişi izliyor: acıdan ve korkudan kaçın ve zevk almaya bak. Matrix’in ajanı Smith’in farklı, çok daha Freudyen bir açıklama yaptığı ilk filmin aksine, bir “acıdan zevk,” bir “haz ilkesinin ötesinde”, bir “ölüm dürtüsü” yok:
“İlk Matrix’in mükemmel bir insan dünyası olarak tasarlandığını biliyor muydunuz? Kimsenin acı çekmediği, herkesin mutlu olacağı bir yer… Bu bir felaketti. Kimse programı kabul etmeyecekti. Pil işlevi gören insanlardan oluşan bütün bir ekin heba oldu. Bazıları, mükemmel dünyanızı tanımlayacak programlama dilinden yoksun olduğumuza inanıyordu. Ama bir tür olarak insanların, gerçekliklerini acı ve sefalet yoluyla tanımladıklarına inanıyorum. Mükemmel dünya, ilkel beyinciğinizin sürekli uyanmaya çalıştığı bir rüyaydı. Bu nedenle Matrix uygarlığınızın zirvesi olarak yeniden tasarlandı.”
Smith’in (unutmayalım: başkaları gibi bir insan değil, Matrix’in -büyük Öteki’nin- kendisinin vücut bulmuş sanal bir hali) filmin evreni içindeki analist figürünün yerine (Analistten çok daha fazla) geçen kişi olduğu iddia edilebilir. Son filmin bu gerilemesi, bir başka arkaik özellikle, cinsel ilişkinin üretici gücünün olumlanmasıyla da doğrulanıyor:
“Analist, Neo ve Trinity öldükten sonra onları incelemek için dirilttiğini ve birlikte çalıştıklarında sistemi alt ettiklerini, ancak temas kurmadan birbirlerine yakın tutulduklarında, Matrix içindeki diğer insanların makineler için daha fazla enerji ürettiğini keşfettiklerini açıklıyor.
Sermaye, etrafındaki tüm insanlar yok olsa bile var olmaya devam edecek olan, dağ ya da makine gibi nesnel bir olgu değildir, yalnızca bir toplumun sanal Öteki’si olarak var olabilir.
Birçok yayın organında Matrix Resurrections daha az “binary” (ikili) olduğu, transgender deneyimlerin “gökkuşağına” daha açık olduğu için övüldü – ama görebileceğimiz gibi, Hollywood’un o eski bilindik “çift olarak kadın erkek aşıklar matrisi üretme” formülü var karşımızda yine: “Neo’nun Trinity ile ilişkisini yeniden alevlendirmek dışında hiçbir şeye ilgisi yok.” Bu gerileme, zaten ilk filmde de yanlış olan bir şeye dayanıyor. İlk Matrix’teki en iyi bilinen sahne, Morpheus’un Neo’ya Mavi Hap ve Kırmızı Hap arasında bir seçim teklif ettiği sahnedir. Ancak bu seçim, garip bir seçimsizliktir: Sanal gerçekliğe dalmış olarak yaşıyorken, herhangi bir hap almış değilizdir, bu nedenle tek seçenek “Kırmızı hapı al ya da hiçbir şey yapma”dır aslında. Mavi hap bir plasebodur, hiçbir şeyi değiştirmez. Ayrıca, yalnızca (mavi hapı seçersek erişilebilen) Matrix yönetimindeki sanal gerçekliğe ve dış “gerçek gerçekliğe” (kırmızı hapı seçersek erişilebilen yıkıntılarla dolu harap gerçek dünyaya) sahip değiliz; deneyimlerimizi yapılandıran ve düzenleyen Makinenin kendisine de sahibiz (yıkıntılar değil, dijital formüllerin akışı olan bu şey, Morpheus’un Neo’ya “Gerçeğin çölüne hoş geldin” derken kastettiği şeydir). Bu Makine (filmin evreninde), “gerçek gerçeklik” olarak mevcut olan bir nesnedir: insanlar tarafından inşa edilmiş ve bizi hapiste tutup deneyimimizi yöneten devasa bilgisayarlar.
İlk Matrix filminde mavi hap ve kırmızı hap arasındaki seçim yanlıştır, ancak bu, tüm gerçekliğin sadece beynimizde olduğu anlamına gelmez: gerçek bir dünyada etkileşime gireriz ancak bu etkileşim, içinde yaşadığımız sembolik evren tarafından bize dayatılan fantezilerimiz aracılığıyla gerçekleşir. Sembolik evren ‘transandantal’dır, bir nesne olarak onu kontrol eden bir fail olduğu fikri, paranoyak bir rüyadır – sembolik evren dünyada bir nesne değildir, nesnelere ilişkimizin çerçevesini sağlar. Ancak bugün, içine girebileceğimiz (veya bizi irademiz dışında kontrol eden) sanal bir evren sağlamayı vaat eden üretilmiş makinelere giderek daha yakın hale geliyoruz. Çin’in Askeri Tıp Bilimleri Akademisi, savaşın ‘akıllılaştırılması’ dediği şeyin peşinde: “Savaş, bedenleri yok etme arayışından rakibi felç etme ve kontrol etme arayışına geçmeye başladı.” Batı’nın da aynı şeyi yaptığından emin olabiliriz – tek fark (belki) halka duyurulması halinde, insani bir sos verileceğidir (“insanları öldürmüyoruz, sadece kısa bir süreliğine zihinlerini başka yöne çeviriyoruz…”).
Zuckerberg’in ‘Metaverse’ projesini de “mavi hapı alma” olarak adlandırabiliriz: mavi hapı, sıradan gerçekliğin sınırlamalarının, gerilimlerinin ve hayal kırıklıklarının sihirli bir şekilde geride bırakıldığı metaverse’e kaydolarak alıyoruz – ama bunu yapmak için büyük bir bedel ödemek zorundayız: Kamuoyu çıkarına içeriden bilgi sızdıran Frances Haugen, İngiliz milletvekillerine, teknoloji şirketinin yönetimini dizginlemek ve topluma verdiği zararı azaltmak için acil dış müdahale yapılması çağrısında bulunurken, “Mark Zuckerberg, Facebook’un tepesindeki tartışılmaz konumu nedeniyle 3 milyar insan üzerinde tek taraflı kontrole sahip” demişti. Modernitenin büyük başarısı olan kamusal alan işte böyle yok oluyor. Haugen’in ifşaatlarından günler sonra Zuckerberg, şirketinin adını Facebook’tan Meta’ya değiştireceğini duyurdu ve gerçek bir neo-feodal manifesto olan konuşmasında Metaverse vizyonunu şöyle özetledi:
“Zuckerberg, Metaverse’nin nihayetinde gerçekliğimizin geri kalanını kapsamasını istiyor – buradaki gerçek uzayın parçalarını oradaki gerçek uzaya bağlarken, gerçek dünya olarak düşündüğümüz şeyi tamamen kapsamak. Facebook’un bizim için planladığı sanal ve artırılmış ‘gerçeklik’ geleceğinde yaşanacak olan şey, Zuckerberg’in simülasyonlarının gerçeklik düzeyine yükselmesi olmayacak, davranışlarımız ve etkileşimlerimiz o kadar standart ve mekanik hale gelecek ki, bunların hiçbir önemi kalmayacak. Avatarlarımız insan yüz ifadeleri yapmak yerine ikonik başparmak hareketleri yapabilir. Havayı ve alanı birlikte paylaşmak yerine dijital bir belge üzerinde işbirliği yapabiliriz. Başka bir insanla birlikte olma deneyimimizi, onların projeksiyonunun artırılmış gerçeklik Pokemon figürü gibi odaya yerleştirilmiş olduğunu görmeye indirgemeyi öğreniyoruz.”
Metaverse, parçalanmış ve can acıtan gerçekliğimizin ötesinde (meta) bir sanal alan, avatarlarımız aracılığıyla artırılmış gerçeklik unsurlarıyla (dijital işaretlerle kaplanmış gerçeklikle) sorunsuz bir şekilde etkileşime gireceğimiz sanal bir alan işlevi görecek. Bu nedenle, gerçekliğe tahvil edilen metafizikten başka bir şey olmayacak: Algımızı ve müdahalemizi manipüle eden dijital kılavuzlar tarafından kaplandığı sürece, fragmanlar halinde girmemize izin verilecek olan, gerçekliği tamamen içine alan metafizik bir alan. Püf noktası ise şu: etkileşimimizi denetleyip düzenleyen özel bir feodal beye de sahip, özel mülkiyete ait bir müştereğimiz olacak.
Bu bizi, Neo’nun intihar girişiminden kurtulmak için bir terapisti (Analist) ziyaret ettiği filmin başlangıcına geri götürüyor. Çektiği acının kaynağı, kafasını karıştıran düşüncelerinin gerçekliğini teyit etmenin hiçbir yolunun olmaması, bu yüzden aklını kaybetmekten korkmakta. Filmin devamında, “terapistin, Neo’nun başvurabileceği en az güvenilir kaynak olduğunu öğreniyoruz. Terapist gerçek olabilecek bir fantezinin veya fantezi olabilecek bir gerçekliğin parçasından ibaret değildir sadece… O, gerçeklik-olarak-fantezinin ve fantezi-olarak-gerçekliğin başka bir katmanından, aynı anda iki durumda var olan bir kaprisler, arzular ve rüyalar karmaşasından ibarettir.” Öyleyse, Neo’nun onu intihara sürükleyen şüphesi doğrulanmış olmuyor mu?
Filmin sonu, bu üzücü içgörüye salt bir zıt dönüş, bir ters köşe yaptırmak suretiyle umut veriyor: evet, dünyamız sadece “gerçeklik-olarak-fantezi ve fantezi-olarak-gerçeklik, bir kaprisler ve arzular karmaşası” katmanlarından oluşuyor, sahte gerçekliklerin aldatıcı katmanlarından sıyrılan bir Evreka anı yok. Bununla birlikte, bu gerçek yeni bir özgürlük alanı açıyor – bize hükmeden kurgulara müdahale etme ve onları yeniden yazma özgürlüğü. Dünyamız sadece “gerçeklik-olarak-fantezi ve fantezi-olarak-gerçeklik, kaprisler ve arzular karmaşası” katmanlarından oluştuğu için, bu, Matrix’in de bir karmaşa olduğu anlamına geliyor: paranoyak versiyon yanlış, her şeyi kontrol eden ve ipleri gizlice elinde tutan hiçbir gizli ajan (Mimar veya Analist) yok.
Ders şudur: “İster video oyunları olsun, ister kendi geçmişimizle ilgili karmaşık anlatılar olsun, kendimize göre yonttuğumuz hikayelerin gücünü kucaklamayı öğrenmeliyiz… – her şeyi yeniden yazabiliriz. Korkuyu ve arzuyu dilediğimiz şeyi işlevlendirebiliriz; sevdiğimiz ve hayalini kurduğumuz insanları değiştirebilir ve şekillendirebiliriz.” Film böylece nihai bir “gerçek gerçeklik” olmadığı, yalnızca çok sayıda dijital kurgunun bir etkileşimi olduğu şeklindeki postmodern mefhumun oldukça sıkıcı bir versiyonuyla sona eriyor:
“Neo ve Trinity epistemik temeller aramaktan vazgeçerler. Onları Matrix’in esaretinde tutan terapisti öldürmeyeceklerdir. Bunun yerine ona teşekkür ederler. Ne de olsa, onun çalışmaları aracılığıyla, yeniden tanımlamanın büyük gücünü keşfetmişlerdir, bu belirsiz kavramın anlamı ne olursa olsun, hakikat arayışımıza son verip kendimizi anlamanın yeni yolları için sonsuza kadar çabaladığımızda gelen özgürlüğü keşfetmişlerdir. Ve sonra kol kola havalanırlar, kendilerinin olan bir dünyada uçarlar.”
Filmin makinelerin insanlara ihtiyacı olduğu önermesi bu nedenle doğrudur – onların bize zekamız ve bilinçli planlamamız için değil, daha temel bir düzeyde, bir libidinal ekonomi düzeyinde ihtiyaçları vardır. Makinelerin insanlar olmadan yeniden üretilebileceği fikri, piyasa ekonomisinin insanlar olmadan kendini yeniden üretme hayaline benzer. Bazı analistler son zamanlarda, üretimin robotlaşmasının ve üretimi organize etmede giderek daha fazla yönetimsel rol oynayacak yapay zekanın patlayıcı büyümesiyle, kapitalizmin yavaş yavaş kendi kendini üreten bir canavara, insanlara giderek daha az ihtiyaç duyan bir dijital makineler ve üretim makineleri ağına dönüşeceği fikrini öne sürdüler. Mülkiyet ve hisse senetleri kalacak ama borsalardaki rekabet, sadece kârı ve üretkenliği optimize edecek şekilde, otomatik olarak yapılacak. Peki üretim kimin için veya ne için yapılacak? İnsanlar tüketici olarak kalmayacak mı?
İdeal olarak, sadece birbirini besleyen, işlenmiş parçalar ve enerji üreten makineler şeklinde bir durum bile hayal edebiliriz. Sapkın biçimde çekici olsa da, bu beklenti ideolojik bir fantezidir: sermaye, etrafındaki tüm insanlar yok olsa bile var olmaya devam edecek olan, dağ ya da makine gibi nesnel bir olgu değildir, yalnızca bir toplumun sanal Öteki’si, hisse senedi değerlerinin binlerce bireyin etkileşiminin sonucu olması ama her birine nesnel olarak verili bir şeymiş gibi görünmesinde olduğu gibi, şeyleştirilmiş bir toplumsal ilişki biçimi olarak var olur.
Her okuyucu, filmle ilgili bu yazımda, yoğun bir şekilde alıntı yaptığım çok sayıda film incelemesine dayandığımı kesinlikle fark etmiştir. Nedeni artık açık olmalı: Ara sıra parlamasına rağmen, film, nihayetinde izlenmeye değer değil – bu yüzden bu incelemeyi filmi izlemeden yazdım. 28 Ocak 1936’da Pravda’da çıkan başyazı, Shostakovich’in Lady Macbeth operasını, ‘Müzik Değil Bulamaç’ olarak acımasızca eleştirmişti. Matrix Resurrections çok akıllıca yapılmış ve takdire şayan efektlerle dolu olsa da, sonuçta bir film yerine bulamaç olarak kalıyor. Resurrections, Matrix serisinin dördüncü filmi. Umalım ki Lana’nın bir sonraki filmi, Amerikalı bir sanatçının haklı eleştiriye yaratıcı tepkisi olan, Shostakovich için Beşinci Senfoni neyse, o olsun.