“Zengin” dünyanın kitlesel göçün semptomlarıyla uğraşmak yerine sebeplerini çözmesi ve tek bir dünyada yaşadığımızı anlaması gerek.
Göç bir kez daha manşetlerde. Honduras’dan göçmen kafileleri Meksika üzerinden ABD sınırına yaklaşıyor; Afrikalı göçmenler barikatları aşıp Afrika’nın kuzey ucundaki küçük İspanyol bölgesine girdiler; Ortadoğulu göçmenler Hırvatistan’a girmeye çalışıyorlar.
Sayılar görece küçük de olsa, temel bir jeopolitik olguya işaret ediyorlar.
World Interior of Capital kitabında Alman felsefeci Peter Sloterdijk küreselleşme sayesinde kapitalist sistemin hayatın her alanını nasıl belirler hale geldiğini gösterir.
Bu gelişmenin ilk işareti, 1851’de ilk dünya sergisinin düzenlendiği Londra’daki Kristal Saray’dı. Kristal Saray’ın yapısı, küreselleşmenin özgünlüğünü somut biçimde yansıtıyordu: görünmez ama buna rağmen neredeyse aşılamaz sınırlara sahip, küreselleşmeden fayda sağlayan bir buçuk milyar kişinin içinde yaşadığı bir iç dünyanın kurulması ve genişlemesi.
Ancak, bu sayının üç katı kapının dışında kaldı. Sonuç olarak, “sermayenin bu iç dünyası, gökyüzünün altındaki bir açık meydan veya ticaret fuarı değil, daha ziyade, bir zamanlar dışarıda olan her şeyi içeri doğru çeken bir sera.”
İki eksen
Kapitalist aşırılıklar üzerine inşa edilmiş olan bu iç dünya her şeyi belirliyor: “Modern Çağın birincil gerçeği, dünyanın güneşin etrafını dolaşması değildir, paranın dünyayı dolaşmasıdır.” Dünyayı küreye dönüştüren sürecin ardından, “toplumsal yaşam yalnızca genişletilmiş bir iç dünyada, içeriden ve suni olarak iklimlendirilen bir iç mekanda gerçekleşebilirdi.”
Sloterdijk’in isabetli bir şekilde işaret ettiği şey, kapitalist küreselleşmenin yalnızca açıklık ve fethe dayanmadığı, aynı zamanda içeriyi dışarıdan ayıran bir kendini kapatmış küre anlamına da geldiğiydi.
Bu iki özellik birbirinden ayrılamaz: kapitalizmin küresel erişimi, alanın koruduklarını kapsamının dışındakilerden ayıran, tüm küre çapında radikal bir sınıf ayrımı yaratmasında yatar. Mülteci akını, kendi zırhlı kulemizin dışındaki şiddet dolu dünyanın, içerde olan bizler için, kendi gerçekliğimizin parçası olarak değil, ona el uzatan, daha çok uzaktaki şiddet dolu ülkelere dair televizyon haberlerinde gördüğümüz bir dünyanın anlık bir hatırlatıcısı.
Tarihten dersler
Dolayısıyla, etik-siyasal görevimiz, yalnızca kendi zırhlı kulemizin dışındaki gerçekliğin farkına varmak değil, kendi zırhlı kulemizin dışındaki dehşetlerin ortak sorumluluğunu da tamamen üstlenmektir. Cemal Kaşıkçı’nın canice öldürülmesine verilen tepkilerdeki ikiyüzlülük de bu zırhlı kulenin nasıl işlediğinin iyi bir örneği. Geniş anlamda, o bizden biriydi, zırhlı kulenin içinde iyi bir konuma sahipti, bu yüzden şok olduk ve öfkelendik.
Ama umursadığımızda da çok saçma şekilde umursuyoruz. İstanbul’daki cinayet, Suudi Arabistan’ın Yemen’de tüm bir ülkeyi yerle bir etmesinden daha büyük skandal yarattı. Muhammed bin Selman (MBS) muhtemelen cinayetin talimatını vererek, Stalin’den hiç ders almadığını gösterdi: bir kişiyi öldürürsen suçlu olursun; binlercesini öldürürsen kahraman. Dolayısıyla, MBS Yemen’de binlerce insanı öldürmekle yetinmeliydi.
Leninist sorumuza geri dönersek: ne yapmalı? İlk ve (ne yazık ki) en yaygın tepki, koruyucu içe kapanma oldu: dış dünya boka batmış durumda, haydi kendimizi her türden duvarla koruyalım.
Yeni bir dünya düzeni ortaya çıkıyor, “medeniyetler çatışmasına” tek alternatifin medeniyetlerin (veya günümüzün daha popüler ifadesiyle “yaşam tarzlarının”) barış içinde bir arada varoluşu olduğu bir dünya: zorla evlilik ve homofobi (veya kadının yalnız sokağa çıkmasının tecavüze davetiye olduğu fikri) ile bir sorunumuz olmayacak, dünya pazarına tamamen entegre olmuş başka bir ülkede olduğu sürece.
Bu yeni “hoşgörüyü” mümkün kılan üzücü gerçek, günümüz küresel kapitalizminin artık ideolojik bir rüya olarak bile insanlığın kurtuluşuna dair pozitif bir vizyonu kaldıramıyor olması.
Fukuyamacı liberal demokratik evrenselcilik, özünde içerdiği sınırlılıklar ve tutarsızlıklar yüzünden başarısız oldu ve bu başarısızlığın semptomu popülizm; popülizm onun Huntington hastalığı. Ama çözüm popülist milliyetçilik değil, ne sağcı ne solcu. Tek tedavi yeni bir evrenselcilik – ekolojik tehditlerden mülteci krizlerine dek, insanlığın bugün yüz yüze olduğu sorunlar öyle gerektiriyor.
İkinci tepki, Bill Gates veya George Soros gibi toplumsal sorumluluk sahibi zengin şahsiyetlerde cisimleşen insan yüzlü küresel kapitalizm. Ekstrem formunda bile – “sınırlarımızı mültecilere açın, onlara bizden biri gibi davranın.”
Ancak bu çözümün sıkıntısı şu ki, yalnızca semptomatik tedaviye yönelik ilacı sağlıyor – temel küresel duruma dokunmadan, hastalığı değil yalnızca semptomları tedavi ediyor.
Böyle bir tedavi hastanın rahatı ve iyiliği için semptomları azaltmayı amaçlıyor ama bizim durumumuzda bunun yeterli olmadığı açık çünkü dünyanın tüm sefilleri zırhlı kulenin güvenliğine taşınamaz. Dünyanın sefillerine insancıl odaklanmaktan sefil dünyanın kendisine odaklanmaya geçmeliyiz.
Dolayısıyla verilecek üçüncü tepki, cesaretimizi toplamak ve ancak TEK bir dünyada yaşıyor olduğumuz gerçeğini kavrayıp bunun sonuçlarını üstlenirsek kendini açık edecek radikal bir değişimi tahayyül etmek. Böyle bir değişiklik bir ütopya mı? Hayır, gerçek ütopya böyle bir devrim olmaksızın kurtulabileceğimizi düşünmek.
Çeviri: Serap Şen, Dünyadan Çeviri
KAYNAK:
Slavoj Žižek: Zenginler tek bir dünyada yaşadığımızı anlayana dek mülteci krizi derinleşecek