Elinin kenarları, bütün elinin üzeri kurumuş, döküm döküm dökülüyordu. Çekilmez hayatı daha da bir çekilmez olmuştu. Avucunu sıkmaya kalkarsa eğer, çatlaklar gerildikçe, sıyrığı andıran bir acıyla içine çekilirdi. İki eli de yaralar içindeydi. Bir deri hastalığı veya tahtadan geçmiş olabileceğini düşünüyordu. Orta yaşlarında başlayan bunalım geçmemiş, boğuluyor gibi olurdu.
Hâlbuki ona dedesinden geçen genetik bir hastalık nüks etmişti. Dedesinin de bazı parmaklarının aynı şekilde kuruduğu olurdu. Ona da kendi dedesinden geçmişti. Çocukluğundan beri elleri titrerdi. Dedesinin de elleri titrerdi. Dededen dedeye ta ona kadar geçmişti. Ellerinin titremesi yetmemiş, bir de üzerine kupkuru kalmıştı.
Bakkala borcu vardı. Herkes onu borçlarını umursamayan birisi olarak biliyordu. Oysa o herkesin ona borcu olduğunu düşündüğü için borçlarını ödemezdi. Bu yaşına kadar hiç ödemediği borçları vardı. Güvenilmezdi. Ödediği borçlarının genelde en az iki kat üzerini öderdi. Ödediği bu gönüllü faizin samimi bir ilişki kurmuş olduğunu ispatladığı hissi veriyordu ona. İnsanları kaypak olarak görüyordu. Hayat boyu çocuklarına hiç sevgi vermedi. Onlarla görüşmedi bile. Ve içinde bir gram sızısı yoktu bir çocuğunun bile. Dört çocuğu vardı.
Birkaç insan hariç bütün insanlığı kendi seviyesinin altında görürdü. Herkes onu gamsız bilirdi. Kendi hayatını önemsemeyecek kadar gamsız biri olduğunu düşünmelerinin sebebi vardı.
Dağ başındaki tek gözlü bir evde, aynı kazağını hiç yıkamadan üç sene giyerek yaşamaya başlamıştı. Hayatı boyunca hiç çalışmamıştı.
Marangozdu. Sadece sandalyeler yapar ve sergilerdi. Sadece sandalyeler. Onları satmazdı da. Değişik olmaya gayretli bir rolü vardı. Çocukları onu hayatta insanlara ve onlara karşı yaptığı pislikleri örtmek için böyle bir hayatı kılıf olarak kullanmak istediğini düşünüyordu.
Başka insanlar tarafından çirkin mi çirkin, ilgi çekici, derinlikli birisi olarak anıldığı oluyordu. Kendinden yaşça küçük kadınlara ilgi duyardı. Belli etmezdi. Bunun da onu çekici gösterdiğini düşünüyordu. Kadınlar ise onu bir erkeğe göre salak birisi olarak görürdü. Olabildiğince beyin özürlü salak bir erkek. Fakat çok kurnazdı.
Aklına bir tilkilik gelmişti. İstanbul’a gitti. Beş kuruş parası yoktu. Kasaptan yol parasını borç istemişti. Kasap geri ödemeyeceğini bile bile vermişti. Onun o bunalımlı fakat bir o kadar tilki gibi görünen yüzünü gördüğünde, beş kuruş vermeyeceğim diye kendisine tembih etmişti. Değişik bir bakıştan bahseder. Biraz günah diye anılacak bir adres gösterir. Korur o adresi hatta. Önünde sonunda bir hikâye uydurur, borç parayı bir biçimde alırdı.
Bir sandalye sergisi açmak istiyordu. Son yirmi yılda yaptığı dokuz sandalyeyi sergileyecekti. Yeterli değildi. Bir hafta içinde en çok dört tane sandalye taslağı yapmak zorundaydı. Düşündü. O da yeterli kalmazdı. Üç tane de çizim yapmaya karar verdi. Bu kadar yeterliydi. Gizemli görünecekti.
Asmalımescid’de boş bir dükkana baktı. Yanda bir avize dükkânı vardı. Kafasını kaldırıp baktı. Dükkânın ismi Şandelier’di. Nazik ve sempatik bir isim gibi geldi ona. Baktı ama avize ve ışık kalabalığından içeride birisi var mıydı yok muydu seçilmiyordu. İçeri girdi.
Adam onun tipinde birisinden hemen kurtulmak isterdi. Gözlerinden belli etmiyordu ama içten içe ona tiksinerek bakıyordu. Oysa çoğu insan onu önemli bir sanatçı diye anardı. O ise dünyanın en önemli sanatçısı gibi hissediyordu kendisini. Adı kadar bundan emindi. Adı Fevzi’ydi. Adım Fevzi dedi. Agop. Agop Usta dedi. Tanışmışlardı bir türlü.
Öyle yaptı böyle yaptı. Konuyu dünyadaki son mahkemeye getirdi. Dünyadaki son yargılamaya. Düşünsene; “bütün ülkeler anlaşmış. Yargılamayı bitirmek için mahkemeleri kapatmaya karar vermişler. Son yargılama da İngiltere’de yapılıyor”, dedi.
Agop Fevzi’ye dönüp cevap olarak; “Türkiye’de avizeciliği başlatan, Kumbaracı Yokuşu’ndaki, Ğazaros adlı, Ermeni bir zanaatkârdı. Yavaş yavaş konuşuyordu. Aynı yerde, Garbis adında bir ustanın daha dükkânı vardı. Garbis Usta’nın yanında birkaç yetenekli Ermeni usta yetişti”, dedi.
Fevzi çok bozulmuştu. Sanki az önce şu son yargılama fikrini sanki o dememiş de, avizeler dile gelmiş, bir anda ne son yargılaması gibi bakarak konudan uzaklaşıvermişti.
Kendisini kültürlü ve bilgili göstermek zorunda hissetti. Çok canı sıkılmış ama Agop ile göz göze gelmekten kaçınıyordu. Kapıya bakıyor, pencereye bakıyordu.
Aslında Agop’u düşünmeye zorlamıştı. Bunu gerçekten yapmıştı. Agop meraklı birisiydi. Çevresi onu gerçekte silik ve düzen insanı olarak görürdü. O ise kendisini çalışkan ve sorumluluk sahibi olarak tanımlardı. İçindeki tutku hiçbir zaman hiçkimse tarafından karşılık görmedi. İçine küsmüştü. Sağ omzu az eğik, sağ gözü fark edilmeyecek kadar kısık, yuvarlak yüzlü, siyah gözlü, kül renginde saçlarıyla, ince dişli bir insandı.
Agop Usta 35’te Sivas’ta doğmuştu. Babası çiftçiydi. Babası ölünce İstanbul’a geldiklerinde on üç yaşındaydı. Gelir gelmez bir Alman Yahudisi’nin elektronik dükkânında çalışmaya başlamıştı.
Sonra Tarlabaşı’nda Rum bir abajurcunun yanına geçmişti. Askere gitti. Yirmi iki yaşında geri dönmüş, kendi dükkânını açmıştı.
Fevzi sandalye sergisi yapmak için boş dükkânın anahtarını Agop’tan almıştı.
Yarın bir arkadaşıyla geldi. Çok sigara içen berduş görünümlü birisiydi. Agop’a onu ressam olarak tanıttı. Doğru söylüyordu. Galata’da oturuyormuş. Yanlarında bir arkadaşları daha vardı. Tellakmış. İçki paralarını ödedikleri için onu yanlarında gezdiriyordu. O ise sıkıcı hayatını renklendirdikleri, onu daha kültürlü gösterdikleri için onların içki hesaplarını ödüyordu.
Bütün cilt hastalıkları doktorlarına davetiye hazırladılar. Agop ”bizim cildiyeciyi de çağırın. Sanattan anlar”, dedi.
Canları sıkıldı. Planlarını anlamış gibi hissettiler. Çok insan istemediklerini anlatıyordu Fevzi.
Agop diretti. Yedikule’de.
“Bizim Surp Pırgiç Ermeni Hastane’sinde bir cildiyeci var. Sizi çok sever”, dedi.
Her gelen Fevzi’nin ellerine bir baktı. Kimi doktor görmezden geldi. Kimisine konuyu açsa dahi ilgilenmediler. Bir tanesi daha önce deneyip şifa bulmadıklarını tarif etti.
Bunalımı azmıştı. Sandalyeleri anlatası da yoktu. Zaten onlar ne anlardı. Gelenleri sohbet içerisindeki ilk kelimelerine göre kategorize etmeye başlamıştı.
Ermeni Hastanesi doktoru ona bir merhem yazdı.
İki sürmeye bütün ellerindeki kuruluk geçmiş, iyileşmişti.
Sadece tek parmağının kenarında küçük bir kuruluk ara ara azardı. Ona baş parmağını sürttüğünde korkmaz ama kendisini kötü hissederdi.
—————-
6-7 Eylül olaylarında işini, dükkânını, evini, ailesini kaybetmiş. Sıfıra düşerek göçmek zorunda kalmış. Yirmi’sinden Elli’sinden sonra yeni bir hayat kurmanın zorluğuna yenilmiş veya yenmiş, şiddet görmüş, ahı alınmış bütün insanlar anısına saygıyla…
—————-
Agos Gazete’sindeki gerçek hikâyeden esinlenerek yazılmıştır.