“Her imparatorluk, kendisine ve dünyaya tüm diğer imparatorluklardan farklı olduğunu, misyonunun yağma ve kontrol etme değil, eğitme ve özgürleştirme olduğunu söyler.”
Edward Said
Bu serinin bir önceki yazısı, üç ana noktayı vurgulamayı hedefledim. Birincisi, Suriye savaşında gelinen aşamanın yarattığı jeopolitik ortamın kaba bir özetiydi. İkincisi, Suriye’de yaşananların Türkiye dış politikasında değişiklikler yarattığı vurgusuydı. Bunu söylerken Avrasyacı perspektifin ağırlığını arttırdığını vurgulamıştım. Son olarak da Türkiye’nın Kıbrıs’a yönelik dış politikasının iç politikayı da beslediğini anlatarak, Türkiye ile Kıbrısın kuzeyindeki ilişkinin sömürge ilişkisi olduğuna yönelik bir iddia ortaya koymuştum.
Bu noktadan sonra ise sorgulamak istediğim nokta, neredeyse yarım yüzyıl önce sona erdiği Birleşmiş Milletler tarafından açıklanan sömürgeci ilişkinin Kıbrısın kuzeyinde aynı biçimde devam etmesinin arkasındaki sebeplere anlamaya yöneliktir.
Sonuçta, Ankara’nın 1974’ün yarattığı koşulların ardından Kıbrısın kuzeyinde kolonyal bir düzen kurduğunun herkes farkındadır. Kolonyalizm Avrupa’nın utanılacak tarihinin en önemli parçası olarak kabul edilmektedir. Kıbrıs’ın kuzeyi ise batı yayılmacı aklının bölgedeki son halkasıdır. Ancak, Türkiye’nin tıpkı Fransa, İngiltere ve diğer kolonici devletler gibi uyguladığı pratik diğer aktörler görmezden gelerek geçiştirilmektedir.
Buna rağmen batı kendi tarihini görmezden gelir, Türkiye ile arasına bir set koyar ve sadece Türkiye’nın agresif tutumunu konuşmayı tercih etmektedir. Bu batı sömürgeciliğinin Kıbrıstaki utançlarını tartışmaya açmamak için uygun koşulları yaratan bir durumdur. Açıktır ki, Kıbrısın kuzeyini sömürgeleştiren Türkiye Cumhuriyeti’nin tavrı gerçek oldukça, batının koloni politikalarının Kıbrıs’a olan tarihsel etkisini konuşmak, akademik bir çalışmadan fazla bir anlam ifade etmeyecektir. “Verili bir durum varken, tarihi tartışmak ne işe yarar?” denilerek konunun odak tartışması sessizleştirilmektedir.
Oysa Uluslararası Hukuk tarihine dönersek, 1960 sonrası dönemde, ulusların kendi kaderini kendinin tayin etmesi ilkesinin bir hak olarak Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından kabulünden beri, Kıbrıs ve benzeri belli başlı bölgelerde barışın tesis edilememiş olması, bağımsızlığını kazanan topraklarda yaşanılan çatışmaların, batının sömürgeciliği sonlandırma konusunda izlediği yolun başarısız olduğunun kanıtıdır. Yaratılan yeni hegemonyanın meşruluğunun devamlılığı için gerçek hasıraltı edilirken, sessizleştirilmiş bir öğe olarak konumlandırılmaktadır.
Hatırlatmakta yarar var, kolonyalizmin sonlandırılmasının bir zafer olduğu anlatısı, Avrupa merkezinin günahlarından arınması için önemli bir araçtı. Wilson ve Lenin ile başlayan ve devam eden süreçte yaratılan “özgürlük”, “bağımsızlık”, gibi vurgular Fransız İhtilalinden bugüne Avrupa’nın ideolojik merkez olarak sürekliliğini sağlayabilmesinde önemli yer tutmuştur. Avrupa’nın Roma İmparatorluğundan kalan merkezi rolünün devamlılığı için her ulusun bir devleti olmalıydı. Yaratılan her devlet, Avrupai ideolojinin tarih ötesi doğruluğunu kanıtlamaktan sorumluydu. Ancak bu şekilde iktidarın bir anlamı olabilirdi.Uluslararası olarak ideolojik varoluşunun buna bağlı olduğunu bilen Avrupa için, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin olduğu gibi yaşamasının gerekliliği de buradan kaynaklanmaktadır. Kıbrıs Cumhuriyeti varoluşunun aksine eksik egemen haliyle bile olsa, Avrupa ailesinde hak ettiği yeri almalıdır ki, sorun Batı kolonyal geçmişi ile ilişkilendirilmesin. Batı kolonyal aklını zorlamayan unsurlar arasında bir çatışma olarak gündeme gelen Kıbrıs sorunu; kendi arasında uzlaşamayan Kıbrıslı öğelerin meselesi olarak kanıksandığı sürece kimse eski kolonyal mezalimlerin dosyasını açmayacaktır.
Özgürlüğü sınırlandırılmış Kıbrıslılar, kendi arasındaki uzlaşının çözümlerini ararken esas politik sorunsalı konuşamayacaktır. Ancak esas politik sorun, yani kolonyalizmin Kıbrısta devam ediyor olmasını, konuşup; bu konuya yönelik çözümler önermeden Kıbrıs sorununu çözmek mümkün müdür? Konuyu batı kolonyal anlayışının bir sorunu penceresinden değerlendirmeden, oyun teorisindeki al – ver ve kazan – kazan formülleri çözüm üretebilir mi? Yarattığımız işgal, istila, darbe gibi konuların sebeplerini konuşmadan, sonuçları üzerine uzlaşı yaratmak mümkün mü?
İşte tüm bunlar yakın tarihte sessizleştirdiğimiz unsurlardır. Bu sessizleştirdiğimiz unsurları gündeme getirerek bir çerçeve çizemediğimiz sürece, periyodik olarak Kıbrıs sorununun neden çözülemediğini tartışarak, yabancılaştığımız ahmakça haller yaşayacağımız aşikardır.