Bundan tam otuz yıl önce ilk dış tayinimin Lefkoşa Büyükelçiliği olacağını öğrendiğimde yabancı bir ülkede görev yapamayacağım gerekçesiyle öfkelendiğimi anımsıyorum.
Fikrimin değişmesinin 6 aydan daha kısa sürdüğünü de. İnsan bir sorunu sevmez ama onunla uğraşmayı, çözemese de kimi dokunuşlarla daha katlanılır kılmaya çalışmayı sevebilir. Sonuçta ben Kıbrıs’tan da sorunundan da kopamadım. Gittiğim her yere benimle geldi.
Kıbrıs meselesi üzerinde çalışmak bir tür yalnızlığı göze almayı gerektirir. Herkesin bir şekilde yılın belirli günlerinde yalan yanlış tanımlamalarla değindiği ama çok az insanın gerçekten ilgilendiği bir sorundur Kıbrıs. Oluk oluk kan dökülmediğinden dünyanın da çok umurunda değildir. Dışişleri Bakanlığı’nda çoğu diplomat bulaşmamaya çalışır. Yine de dosyaya bakarsanız bakın, bir aşamada ayağınıza bir şekilde dolanan dikenli çalıdır Kıbrıs. Üstelik öyle belâlı bir çalıdır ki, çok uzun yıllar çalışıp çok emek vermezseniz yaprağını kökünden ayırt edemez, “ver kurtul” ile “ilhak edelim bitsin” noktaları arasında savrulup durursunuz. Şunu da eklemek gerek: Kıbrıs Türkü’nü derinliğine tanımadan Kıbrıs sorununu sağlıklı bir şekilde değerlendirme ihtimaliniz sıfırdır. Türkiye’deki birçok “Kıbrıs cengâveri”nin esas eksikliği de budur.
Türkiye-Kıbrıs başlığında önemli bir tarihin, 20 Temmuz 1974’ün üzerinden tam 50 yıl geçmiş. Bu yıldönümü vesilesiyle herkes bir şekilde bahsedeceği için sorunun geçmişine, gelişimine uzun uzun değinmeyeceğim. Somut gerçeklere dayanmaya çalışarak, mevcut durumun öznel bir değerlendirmesini yapacağım.
Kıbrıs sorunu aslında Ada’yı Doğu Akdeniz’de stratejik bir toprak parçası olarak görenler ile bir yurt olarak görenler arasında uzlaşmaz bir görüş farklılığı olarak tarif edilebilir. Bu farklılık birinci kesimin ikinci kesimi anlamazdan gelmeyi bilinçli şekilde tercih etmesinden kaynaklanır.
Güney’deki tabloyu oraları daha iyi bilenlere bırakıp Kuzey’in gerçeklerine odaklanacağım. Birinci gerçek 20 Temmuz 1974’te Kıbrıs Türk Toplumu’nun hızlı bir kitlesel yok oluştan kurtarıldığıdır. İkinci gerçek ise bugün aynı toplumun Kıbrıs Adası’ndaki varlığının yavaş yavaş ortadan kalkıyor olmasıdır. Ekonomik ve siyasi sebeplerle bir noktaya kadar izah edilebilecek göçmen yerleştirme olgusu ve uygulanan politikalar, gelinen noktada Ada’nın yerli sakinlerini sadece sayısal değil, siyasal ve kültürel olarak da azınlık haline getirmiştir.
Bu tablonun ortaya çıkması Türkiye’yi yönetenlerin beceri eksikliği kadar, Ada’yı fethedilmiş bir topraktan ibaret gören çarpık anlayışın sonucudur. Oysa Kıbrıs Türkü’nün varlığı Türkiye’nin Ada’daki askeri mevcudiyetinin yegâne siyasi meşruiyet kaynağıdır. Uluslararası hukuk düzleminden baktığımızda ise bu bile yeterli değildir. Neden mi? Kimsenin kulak asmayacağını bile bile anlatalım yeniden.
1960 yılında Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran Londra ve Zürih anlaşmalarıdır. Bu anlaşmaların oluşturduğu yapı adı konulmamış bir federasyon niteliği taşır. Kıbrıs Cumhuriyeti birçok bakımdan bir anomalidir. İki kutuplu dünya düzeninde Sovyetler Birliği’nin “sıcak denizlere inmesini” engellemeye matuf bu garip Cumhuriyetin kuruluşuna imza veren 3’ü “garantör” sıfatını taşıyan (Birleşik Krallık, Türkiye ve Yunanistan) 5 tarafın bir tanesi bile o devletin yaşayacağına inanmamış, aksi yöndeki politikalarını değiştirmemiştir. Yine de şunu vurgulayalım, Kıbrıs Türk toplumu ve Türkiye bakımından o Cumhuriyetin kuruluşu büyük bir başarıdır.
Garantörlük sıfatının Türkiye’ye 1974 yılında Kıbrıs’a askeri müdahale hakkı verdiği doğrudur. Bununla birlikte o sıfatın ve müdahalenin resmi amacı nedense anımsanmaz. Bugün gerek siyaset gerek üniversite çevrelerinde yerli yersiz dile getirilen “Türkiye’nin KKTC’nin veya Kıbrıs Türkleri’nin garantörü olduğu” doğru değildir. Türkiye, tıpkı Yunanistan ve Birleşik Krallık gibi “Kıbrıs Cumhuriyeti”nin garantörüdür. Bundan yarım yüzyıl önce yapılan askeri harekatın amacı altında imzamız bulunan anlaşma metinlerine göre “Kıbrıs Cumhuriyeti’ni yeniden tesis etmektir”.
Bu husus 1976 tarihli Kıbrıs Türk Federe Devleti Anayasası’nda da her vesileyle “ilelebet yaşayacak” diye bağırıp durduğumuz KKTC’nin kurucu metinlerinde de mevcuttur.
KKTC’nin ilânı bir müzakere pozisyonudur. Amacı Kıbrıs Rumlarını uzlaşmaya zorlamaktır. Yoksa ortada bağımsız bir devlet hiç olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti resmen tanıdığı KKTC’yi fiilen bir tek gün bile tanımamış, uluslararası alanda tanınması için de hiçbir çaba sarfetmemiştir. Bunun sebebi Türkiye’nin “federal çözüme ulaşma iradesi” değildir elbette.
Türkiye’yi yönetenler, AKP öncesinde de, AKP iktidarı döneminde de Kıbrıs Türklerine hiç güvenmediler. “Başıboş bırakılırsa kandırılır da zurnacıyla kaçar” anlayışını hiç terk etmediler. Eski dönemde fazla “Batılı, Avrupacı, İngilizci” olarak güvenilmez kabul edilen Kıbrıs Türkleri, yeni dönemde “eksik Müslüman” bulundukları için insan yerine konmadılar.
Kıbrıs Türk Polisi Türkiye Cumhuriyeti Genelkurmay Başkanlığı’na, Merkez Bankası Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankasına bağlı kaldılar. Ada’daki Kolordu, Büyükelçilik ve Türkiye merkezli diğer kurumlar siyasetin ve ekonominin her aşamasına müdahale ettiler. Başarısız olduklarında da faturayı “tembel Kıbrıslılar”a çıkarttılar. Sıkıştıklarında “paranızı biz veriyoruz” deyip işin içinden çıktılar.
Kıbrıslı Türkler, özgün bir tarihsel ve kültürel kimlikleri bulunmasının veya Türkiye’nin en parlak diplomatlarının ortaya attığı ve kabul ettirdiği “federasyon” tezini savunmalarının otomatik olarak Türkiye’ye ihanet anlamına gelmediğini bir türlü anlatamadılar. Geçen günlerde Cumhuriyetçi Türk Partisi ile CHP arasında yapılan görüşmeyi yorumlayan “yurtsever” bir emekli askerimiz mealen “bu federasyoncularla görüşmeyin” diye konuşuyordu.
İşte o dar anlayışın hâkim olduğu “devletlû” kesimler Mustafa Akıncı gibi, bırakın Türkiye ve Kıbrıs’ı, genişletilmiş Orta Doğu ve Balkanlar’da dahi nadiren rastlanacak çapta aydın, ilerici ve insancıl bir siyasetçinin Ankara’da AKP tarafından başarıyla uygulanan bir plan dahilinde cumhurbaşkanlığı seçimini kaybetmesini alkışladılar. Elinde silah yıllarca mücahitlik yapmış, Erenköy sahillerinde Rum Milli Muhafız Ordusu’na karşı çarpışmış Akıncı’ya “Rumcu” yaftası yapıştırmaktan da utanmadılar.
Şimdilerde her konuda “akil adam” pozunda ahkâm kesen AKP kurucusu, eski Bakan bir siyasetçi, Kıbrıs’tan sorumlu Devlet Bakanlığı’na getirildiğinde Dışişleri’nin Kıbrıs konusuna bakan bürokratlarıyla bir toplantı yapmış, sorunlar hakkında brifing istemişti. Bizi dinledikten sonra yaptığı yorum özetle şuydu: “Her şeyi anlattınız, esas sorunu bilerek veya bilmeyerek es geçtiniz. Kıbrıs’ta dini itikat zayıf. Önce onu çözeceğiz.”
AKP öncesindeki yönetimler Kıbrıs Türkü’ne Türklük öğretmeye yeltenirken, AKP de Müslümanlık öğretme peşinde. Bu kültürel sömürgecilik girişimine direnen Kıbrıslı Türklerin büyük bölümü, özellikle de gençler ülkeyi terk ettiler. Kalanlar ise içlerine kapandılar ve bütün kısıtlarına rağmen belirli bir seviyeye getirdikleri siyaset mekanizmasından soğudular.
2024 yılında Kıbrıs Türk halkına reva görülen muamele özetle bu. Türkiye’yi yönetenlerin tavrı eski dönemde de AKP döneminde de hiç değişmedi: “Gelen Türk, giden Türk!”
Kazın ayağı öyle değil işte… Gelenlerin etnik kimliği bir yana, gidenler Ada’nın yerlileri. Gidenler, “Hiç toprak kaybetmeyen Ulu Hakan Abdülhamit Han”ın 1878 yılında Ada’yı üç otuz paraya Britanya İmparatorluğu’na kiralamasından beri toplum olarak ayakta kalma mücadelesi veren, Türkçe konuşan çeşitli halklar içerisinde ayrıksı, özgün ve saygın bir kültür yaratmış olan Kıbrıs Türkleri. Siyasi meşrebinize göre, Kıbrıs Türkleri, Kıbrıslı Türkler veya Kıbrıslıtürkler olarak adlandırabileceğiniz o halk, kurtarıldıktan elli yıl sonra bugün her anlamda yalnız.
Kıbrıs’ta gerçek bir çözüm arayanlar, Ada’da yaşayanların özellikle de Kıbrıslı Türklerin sesini duymaya ve duyurmaya çalışanlar da hâlâ yalnızlar. Bakalım yarım yüzyıllık yalnızlık nasıl ve ne zaman sona erecek?
(E) Diplomat Engin Solakoğlu’nun ekonomim.com tarafından yayınlanan Ekonomi Diplomatik’te çıkan yazısı.