Dün “tesadüf” olacak üç yazı çıktı karşıma. Üçü de CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman’ın 2. tura çıkmasının temel siyasi müdahale olduğunun, Akıncı üzerinden Erhürman’ın Türkiye tarafından engellendiği yazıyordu.
Yaratılan bir teori olabilir, ancak doğru olduğunu kanıtlayacak bir belge elimizde yok.
Benzeri bir örnek yıllar önce Oktay Kayalp ile İsmail Arter arasında gerçekleşen seçimde ortaya çıkmıştı. Arter seçimi kazanmış; neden kaybedildiğine yönelik konuşmalarda sorumluluk Elçiliğe yüklenmişti. Elçilik, Kayalp’ın görevde bulunduğu süreçte Mağusa’nın Kıbrıslırum Belediye Başkanı Alexis Galanos ile Maraş konusunda yaptığı ortak deklerasyondan rahatsız olmuş bu yüzden de seçimde Kayalp’ın önünü kesmiş diyenler olmuştu. Ancak bu iddia ne ilerletilmiş, ne de bu konuda bir resmi şikayet ortaya konulmuştu. Siyasi olarak bile konu kapanmıştı, zaten dönemin kavgaları da iyi bilindiğinden esasen ne olduğu da ortadaydı.
Cumhurbaşkanlığına geri döneceksek, ben ortaya konulanın gerçek olduğuna ikna olmuş değilim. Nedeni, Erhürman’ın yanlış aday olması ile ilgili değil. CTP’nin muhtemelen ortaya koyabileceği en iyi adaylardandı.
Mesele, çok daha sistematik bir sorundu. Bu soruna ben özetle “Talat paradigması” demeyi tercih ediyorum. CTP’nin gelinen aşamada, en örgütlü yapı olmasına rağmen hem kendi kitlesini hem de etraftaki demokrat kitleyi kendiyle buluşturamamasının en önemli sebeplerinden birinin de burada olduğuna inanıyorum.
Temel olarak Talat paradigması, Türkiye ile mükemmel ilişkileri koruyarak sol ile Türkiye arasında bir köprü rolünü kendine biçmişti. Bunun çeşitli örnekleri vardır. Mesela oyumu AKP’ye veririm ifadesi bunlardan biridir. Ancak, sadece bununla sınırlı değildir. Öyle ki, Toplumsal Varoluş eylemleri sırasında Sn. Talat, Erdoğan ile Kıbrıslıtürkler arasında arabulucu olabileceğini iddia etmişti. Ancak, Erdoğanizm ile yurtsever Kıbrıslıtürkler arasında aracılı veya aracısız ilişki tükenmiştir. 2004’de geçici bir çıkar uyumu olmuş olabilir ancak bu sürekli olmamıştır.
Bunu sosyal bilimlere dair her alanda çerçevesi vardır. Erdoğan, İslamcıdır bununla gurur duyar. Kıbrıslıtürk ahalisinin kayda değer bir bölümü hele de soldan beslenenleri sekülerdir. Laik kimliği biraz İngiliz kolonyal deneyimi, biraz da Kemalizm ile olan etkileşiminden olacak o kadar merkezi bir noktadadır ki; 1975 yılında Türkiye’den taşınan nüfus ile temel bocaladığı noktalardan biri laiklik ve dine yaklaşım konusu ile ilgili olduğu bilinir.
Göçmen nüfusun yoğunlukta olduğu bir mahallede çocukluğunu geçiren biri olarak, Kuran kursları daha sendikaların gündemine dahi gelmeden çocukluğumda sıradan bir yaz eğitimi olarak bilinirken bile, buna karşı kuşkucu yaklaşımların olduğunu iyi hatırlamaktayım…
Ancak fark sadece seküler kimlikle ilgili de değildir. Bununla beraber Erdoğanizm, ekonomide, dış politikada, hukukun üstünlüğünde, kadın politikalarında, özgürlüklerde birçok sorunu barındıran bir yaklaşıma sahiptir. Hele de soldan beslenenlerin burada ortak zemin bulmasının imkanı kalmamıştır..
Dahası Erdoğanizm kişi kültü üzerine inşa edilmiştir. Kıbrıslıtürkler kişi kültünü R. R. Denktaş üzerinden deneyimlemiştir. Denktaşizmi andıran, Erdoğanizm ile solun veya soldan beslenenlerin barışması mümkün değildir.
2000’li yıllarda politikleşen, Kıbrıslıtürk kimliğini esasen Batı değerleri ile bütünleştirerek ve siyasi iradesini yaşadığı topraklarda uygulamak isteyen ahali için “kktc mapushane, Denktaş ise gardiyandı”; onun hükmünü bitirirken, hangi limana varacağını bilmiyordu. Akıncı’nın da liman arayışının boş olduğu ilk önce onu destekleyenler tarafından yüzüne vurulmuş, Akıncı bu çabanın nafile olduğunu erken farketmiş, liman arayışı yerine “biat değil özgürlük” ifadesine sarılmıştı.
Ancak, dahil olduğu veya olamadığı süreçler ve kimlik açısından görece geç gelişen Kıbrıslı Türklerin uyanışı ahalinin en azından neye karşı olduğunun bilincine varmasını sağlamıştı.
Karşı olduğu Denktaşizm ve onun türevleriydi. Başta Erdoğan’a karşı önyargısı olmamasına rağmen “yedi buçuk sekiz” muhabbeti, “Besleme” konusu derken kendini Erdoğanizmin karşısında konumlandırdı. Hatta zaman içinde belli kesimlerde Denktaşizme olan karşıtlık yumuşamış, Erdoğanizme olan karşıtlıkla yer değiştirmiştir.
Tüm bu paradigmalar olurken, CTP’nin yönetici zihniyetinde ise Erdoğanizm ile olan sorunsal, iktidar olma dengesi ile bir türlü vücut bulamamıştır. Kıbrıslı Türk kimliğinin yaşadığı 2000’li yıllardaki dönüşümde önemli bir rol oynamasına rağmen, 2003 yılından itibaren iktidar olmanın verdiği sorumluluk hali, kamuoyunun karşı durduğu koşullarda ince ayarlı bir noktada durmaya ikna etmiş bu yüzden de hayati konuların, en hayati noktasına dokunmamıştır.
Buna dair belki de en büyük örnek deneyimlenen iki anayasa referandumudur. Birincisi görece daha geniş bir tartışmaya yer veren, ikincisinde ise aslında teknik bir değişiklik talebi olan oylamaya Kıbrıslıtürkler “Hayır” oyu vermiştir.
Geçtiğimiz günlerde Asım Akansoy’un Yenidüzen’deki köşe yazısı referandum konusuna değinmiş, “Farkında mıyız ? Kıbrıslı Türk seçmen 2014’de de 2020’de de Anayasa Referandumuna hayır dedi. Kendi kendimizi yönetecek, sivil ve demokratik bir düzene geçiş söz konusu değilse hayır diyor. Bu kadar açık.” şeklinde durumu özetlemiştir. Buradaki saptama son derece önemlidir, Kıbrıslıtürkler eksik değil tam bir mücadele istiyor. Meselenin özü budur.
Bu noktada, seçim ile ilgili komplo teorilere inanmayışımın sebebi bunun bir Türkiye müdahalesi değil, bunun uzun dönemli siyasi bir anlayış eksikliğinden kaynaklandığına inanıyorum.
Erhürman, yanlış aday değildi, kitlelerin gözünde “eksik” adaydı. Eksik olması onun bilgisi, vizyonu ile ilgili de değildi. Sorun, Erdoğanizm ile Kıbrıslıtürklerin verdiği mücadelede, gerisinde kaldığı rakibi Akıncı’dan eksik kalmasıydı. Erhürman’ın ikinci tura kalamamasının ardında başka sebep aramaya gerek yoktur. Özgürlük en yüksek değerse, onun önündeki en büyük engel Erdoğanizm değil de nedir?
Bu anlamda, CTP’nin Erdoğanizm’e dair yüzleşmesi ve topluma bu konuda örnek olması , Akıncı ile şahsi kavga üzerinden beslenmenin anlamsızlığını idrak etmesi, diğer partilerle anlamlı bir ittifak oluşturabilmesi, Kıbrıs sorununa dair meseleleri Erdoğan filtresinden bağımsız olarak uluslararası hukuk çizgisinde yüksek sesle ifade etmesi kuvvetle muhtemelen Akıncıya verilen %48 oranındaki oyu genişletebilecek temel bir çerçeve haline gelebilir. Erdoğanizm’in Kıbrıstaki Pirus Zaferi sonrasında siyaset için güçlü ve yeni bir alanın oluşması için öncü olabilir.