Descartes’ın ünlü ‘düşünüyorum, öyleyse varım’ tezinde, savruk ve bağlamından kopuk öylesine bir düşünme eyleminden bahsedilmemektedir. Bu tezi ortaya koymadan önce Descartes, doğruluğundan yüzde yüz emin olunacak bir bilginin peşindeydi ve kendisine, dünyada böyle bir bilgi olup olmadığını ve eğer varsa, bu bilginin varlığından nasıl emin olunabileceğini sorarak işe başladı.
Önce, ‘acaba duyu organları vasıtasıyla bu bilgiye ulaşabilir miyiz’ savını inceledi ve değillerdi, ardından duyguları ve en son da aklı. Duyu organlarının da, duyguların da, aklın da yanılabildiğini ortaya koyarak ve ‘aklımla, duyu organlarım vasıtasıyla yahut duygularımla kesinliğinden emin olduğum bir şey bulamıyor olabilirim ancak hiç değilse düşünüyorum, düşünen bir ben olduğuna göre, ben mutlaka varım’ diyerek, insanın varlığının merkezine düşünme eylemini koymuş oldu.
Sartre da, düşünme eyleminin akıl dışı motivasyonlar, örneğin duygular aracılığıyla yapıldığında, o düşünme eyleminin, kendiliğinden o duyguya hizmet edecek biçimde şekillendiğini ve dolayısıyla duygular vasıtasıyla yapılan düşünme eyleminin rasyonel olamayacağını ve böylelikle, rasyonel davranışlara ulaşılamayacağını iddia etti. Örnekse, cerrahların çok yakınlarını ameliyat etmemeyi tercih etmelerinin dayanağı da bu iddiadır. Hastaya olan duygusal bağları nedeni ile rasyonel düşünememe, dolayısıyla rasyonel davranış geliştirememe olasılığı nedeniyle ve bu olasılığın azımsanamayacak boyutta olmasından dolayı büyük çoğunlukla cerrahlar çok yakınlarını ameliyat etmezler.
Bu aşamada, düşünme eylemine dair her iki savı da pandemi ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri dolayımıyla Kıbrıs’ın kuzeyine monte etmek, hem yazıyı sıkıcı olma tehlikesinden uzaklaştıracak, hem de Descartes ve Sartre üzerinden, önerimi daha kolay anlatabilmemi sağlayacaktır.
Bilindiği gibi, vaka sayısının haftalarca sıfırlandığı günler, 1 Temmuz’da sınırların kontrolsüz açılışıyla geride kaldı, malum 2. dalga geldi çattı.
Karantina otelleri doldu taştı, pozitif vaka sayıları sinir ve sabır duvarını aştı.
Tüm bunlar olurken, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde anketlerin en kuvvetli adaylar olarak işaret ettiği dört aday da, hükümetiyle, muhalefetiyle, devletin en tepesindeki koltukları işgal etmekteydiler.
Rezaletin son perdesindeki oyuncuların rolleri ve sorumlulukları farklı, bunun aktörü var, yan rolü var, figüranı var, biliyoruz.
Ancak hem aldığınız kararlarla, hem de zamanında aldıramadığınız kararlarla, sorumluluk oranı üzerinden kem küm etmeye gerek yok, hepiniz sorumlusunuz beyler!
İstediğiniz kadar ‘iyi aile babası’ olun…
İstediğiniz kadar dans edin…
İstediğiniz kadar mağdur İngilizce bilen okumuş genç olun…
İstediğiniz kadar mahallenin çocuklarının c vitamini ihtiyacını karşılayın…
İstediğiniz kadar dik durun…
Daha istediğiniz kadar da dijital içerik üretin…
Biz de zevkle Çağdaş’ın içerik değerlendirmelerini okuyalım ancak, kesin bilgi şu ki, cumhurbaşkancılığı oynayacaksınız.
İçinizden birkaçı federasyon istiyor evet, lakin bu istek, yedi buçuk sekiz cevabıyla sıkışan yüreklere birazcık su serpmekten başka hiçbir işe yaramayacak, aktör belli zira.
Hal böyleyken, rasyonel davranış geliştirme iddiasında olan seçmenin de, oyunu okuyup düşünmesi, duyularıyla ve duygularıyla değil, aklıyla hareket etmesini önermekten, başka bir seçenek maalesef yok.
Yapacağımız iş, istemediğimiz bir ülkeye, istediğimiz bir cumhurbaşkanı seçmek, ne ironik…
Annan Planı dönemi ve referandum yüzdeleri şaka değil.
KKTC’yi istemeyenlerin KKTC’ye cumhurbaşkanı seçmemeyi kolektif bir şekilde istememesi, örnekse yüzde altmış beşin seçim günü memleketi mangal kokularına boğması ne ağız sulandırıcı…
Ne şahane bir ütopya, gerçekçi olup imkansızı istemek Ada’nın kuzeyinde…
Ve böylelikle varız diye haykırmak duyana, duymayana, cümle aleme…