Devletler kötü yönetildiği zaman, borca erişimde sorun yaşamaya başlarlar. Ne zaman borca erişim bir sorun olur, o zaman devreye son kurtarıcı olan IMF devreye girer. İstenilen borç karşılığı bir yapısal uyum programı ile devletlerin yükümlülükleri yerine getirilir.
Bütün bu kötü yönetim kaynaklı ceza ise maaş kesintisi, hak budanması olarak halklara yansıtılır. Özetle, cezayı halk öder.
Basit olarak mantık şudur: eğer bu kötü yönetime dur dememiş, kötü yöneticilerin iktidarda kalmasına uyum sağlamışsanız, burada kararı veren kadar verdirene de sorumluluk düşer.
Kıbrıs’ın kuzeyi ise son derece garip bir örnektir.
Kötü yönetimden ötürü, hali hazırda kendi kendini yönetme hakkı çoktan bize IMF gibi davranan Türkiye Cumhuriyeti Büyükelçiliği’ne geçmiştir.
Ancak daha komik bir sorun ile karşı karşıyayız. Kötü yönetimi ortadan kaldırma taahhütünü yerine getirmeyen “Milli IMF”, kötü yönetimi derinleştiren bir role bürünmüş, Türkiye’deki kötü yönetim pratikleri ile Kuzey Kıbrıs’taki kötü yönetim pratiklerini birleştirerek tam bir mutant yaratmıştır.
Gelinen noktada, siyasi parti başkanlarının açıklamalarına göre, sosyal sigortalar Ocak ayı sonunda maaş ödeme güçlüğü çekecektir.
Yani önce toplumun en mağdur kesimleri olan emekliler, işsizlik parası alanlar, dullar, hastalık parası bekleyenler “soğuk su” içecek. Mart’a doğru ise Yerel Yönetimlerin, yani belediyelerin önemli bir bölümü maaş ödeyemeyecek duruma gelecektir.
Böylelikle 28 belediyede çalışan onlarca işçi, memur ve tabi taşeron firmalarda çalışanlar “soğuk su” içecek.
Küçük esnaf pandeminin başından beri soğuk su içiyor. Ücretliler suya da razı durumda…
İktidara gelen siyasi partiler için bu krizi 23 Ocak’tan sonra aşmanın tek yolu Türkiye’den para koparmak olacak.
Bunun için muhtemelen cari harcamalara “dolar cinsinden borç” yazılacak. Bu kriz birkaç ay ötelenmesi sağlanacaktır.
Ancak, bu borç, yeni yükümlülükler yaratırken yeni kaynaklara erişim gittikçe zorlaşacaktır. Türk ekonomisinin de ayrıca bu katkıları yapması önceliği olmayacağı yaşadığı dar boğazdan dolayı açıktır.
Bu durumda Türkiye, 23 Ocak’tan sonra Kıbrıslıtürkleri kurtarmayacaktır!… Sırtını oraya dayamak isteyenler bunu belli etmeden, durumu nasıl kurtarırıma enerjilerini harcayacak ve nihayetinde hiçbir şey yapamayacaktır.
Yaratılan ucube ekonomik yapıyı kendi kaynaklarımız ile çözebilmemiz için ise tek yöntem vergilenmemiş gelirleri (şans oyunları, kumarhane, lüks tüketim veya servet vergisi) kayda geçirmektir ki bu hem yapısal hem de yasal bir süreç gerektirir.
Kısa dönemde yapılması teknik olarak da zor olması bir yana, politik olarak da bunun gerçekleştirilmesi için uygun ortam yoktur.
Mali dönemsellik (fiscal procyclicality) açısından bakıldığında zaten mali politikalarımızın bu tarz yaklaşımlara açık olmadığı, bu yüzden de dönüşümün çok kolay olmayacağı açıktır.
Aynı zamanda çok kazanandan çok vergi alacak bir politika geliştirilmesi gerekiyor.
Teknik olarak yapılması gerekenlerin bu seçim sonucunda yapılamayacağı ise bence açık.
Neden mi?
Çünkü bütün programlar ekonomik krize odaklanmış olsa da, aslında ortaya konulan çözümler, krizden çıkış için öz kaynaklara dönük net bir hedef belirlemiyor, daha çok dış yardımlara odaklanmış bir perspektifi içeriyor. Bu, siyasi partilerin manevra alanının dar olduğunu ortaya koyuyor.
Bu temelde Türkiye – kktc ilişkilerini yeniden tanımlamaya olanak sağlamıyor. Sadece “stabil para birimi” tartışmaları içerisinde olası bir alan vardır ki bu konuda da siyasi partilerin ne kadar ısrarcı olacağı belli değildir. Dahası, seçimin muhtemel birinci partisi olacak olan UBP, böylesi bir süreci hali hazırda dışlamıştır.
Hal böyle olunca, oy vererek seçimi meşru kılacak Kıbrıs türk toplumu oyunu hangi partiye verdiğinden bağımsız olarak kendini, kendi iradesi ile yoksulluk sarmalını onaylıyor. Siz oyunuzu çok net ifadelerle statükoya karşı olduğunu ortaya koyduğunu ifade eden bir partiye vermiş olmanız, sonuçların meşruluğuna katkı yaptığınız gerçeğini değiştirmiyor. Yüzdelik oranınız ve hatta birilerinin temsilci çıkmasının, aslında bu durumu değiştirme ihtimali olduğu anlamına gelmiyor.
Sonuç olarak, gelinen noktadan çıkışın zor olacağı açıktır.
Oy vermeyerek, boykot ederek bu oyunu reddeden kesimin ise kendi yolunu çizmesi gerekiyor.
Bu aşamada kahve toplantısı, sosyal medyadaki içerik paylaşımları dışında seçim sonrasına dair seçime katılan ve sürer duruma muhalif olan partilerle yeni bir ortaklaşma zemini yaratılması gerekiyor.
Yoksulluğa, mağdur insanların mağduriyetlerin genişlemesine, kötü yönetilen Türkiye’nin tüm hastalıklarını taşıyan hükümetlere karşı sahici bir zemin ihtiyacı hiç bu kadar açık olmamıştır.
Seçim sonrası nüans farklılıklarını, kişisel husumetleri bir kenara bırakıp, kktc’nin ideolojik sınırlarının ötesinde asgari müştereklerin belirlendiği ve seçimlerden fazlasının talep edildiği bir blok için harekete geçilmesi gerekiyor.