Son 48 yılda Türkiye Cumhuriyeti işgal söylemini önüne koyup, şöyle enine-boyuna, derinlemesine kendi arasında gönülden tartışamadı.
Tartışamayınca da;
Türk Dışişleri’nin 1920’de kurulduğuna, temelinin Osmanlı İmparatorluğuna dayandığını dillendirerek mangalda kül bırakmayan diplomatlar, işgal söylemini duymamak için köşe bucak kaçtılar.
48 yıldır devam eden iki toplumlu her davete Romanya katıldı Türkiye katılmadı, iki toplumlu eğitime Norveç katıldı Türkiye katılmadı, iki toplumlu projeye İspanya katıldı Türkiye katılmadı, iki toplumlu konferansa Çin katıldı Türkiye katılmadı, katılmadılar, köşe bucak kaçma yarışı işte böyle başlamıştı.
İki toplumlu basket takımına herkes para verdi, Türkiye vermedi.
Türkiye’nin sesi her zaman kendi içinde geldi gitti. Dışarıdan bir gözün dedikleri bir kulaktan girdi diğer kulaktan çıktı. İşte bu kulaktan kulağa oyununun son perdesiydi.
Bu durum Türkiye’nin her zaman nükseden hastalıklarından bir tanesiydi. Türk politikacılar kendi aralarında sürekli devleti ele geçirme oyunu oynarlar. Ve oldu olası yetkilerinin sorgulanmasını sevmezler. Gözlemcileri, ayna sözleri, yüzleşmeleri, yeni pencereleri, farklı fikirleri, dış gözleri öcü gibi görmelerinin sebebi de budur. Foyalarının meydana çıkmasından korkarlar. Bunca yıldır Avrupa idealinden uzak olmalarının tek sebebi yine aynı şeffaflık korkusudur.
Diplomasi konusunda Kıbrıs’ta fena çuvalladılar. Kendinden olmayana sağır, kendinden olana da dilsiz gibi davrandı. Kendi dilini kendi kesti. Kendi kulağını kendisi koparttı. Özgüveni olan bir diplomasi yürütemediler.
Diplomasi çağrılarını kınama ve lanetlemeden bir üste taşıyamadılar.
Nasıl olsa KKTC’deydiler. Performansları uluslararası diplomasi açısından sorgulanmayacaktı. KKTC Dışişleri Bakanı için de tıpkısının aynısı geçerliydi.
İtalyan ENI doğal gaz gemisini Türk donanmasına ait savaş gemileriyle kovmayı başarmışlardı. Kovmayı başarmışlardı başarmasına da, kovmanın bedeli olarak 90 kanatlık savaş uçağı ve beş helikopter kapasiteli Amerikan Uçak Gemisi Eisenhower’ın Akdeniz’de kalıcı olarak konuşlanmasını sağlayacaklarının da farkındaydılar.
ENI’nin gitmesinin herkesin işine geldiğini bilmesine rağmen bunu yaptılar.
Gaz raporları açıktı. Gaz’ın Kıbrıs’tan Avrupa’ya taşınması maaliyetliydi. Gaz kavgası Akdeniz Havzasını Savaş Gemileriyle donatmak için oynanan bir oyunun parçasıydı. Herkes bunun farkındaydı. Her zaman olduğu gibi, silah tüccarlarının ekmeğine baş sürmeyi tercih etmiş, kavgayı körüklemişlerdi.
Bunu yaptığı için de bütün Dünya’ya bağıran ama sesi çıkmayan birisi gibi göründü Türk Dışişleri ve Elçilik.
Tatbikatlara, uzak operasyonlara ve hariçten harcadıklarının dışında son 48 yılda Kıbrıs’a belki de toplamda 50 milyar TL savunma harcaması yaparak Nato’nun ekmeğine yağ silah tüccarlarının ekmeğine bal sürdüler.
Ekonomisi her ne kadar kötü gitse dahi, evine yumurta, ekmek ve peynir götüremeyen Türk halkına rağmen, devletin itibarını kendi halkının refahından üstün tuttuğu içinde, bir uçmaya benzini ne kadar bilinmez, kutlamalara gösteri savaş uçakları göndererek halkı savaş panayırlarına taşıdılar.
Yemeğe ekmeği olmayan halkının manevi duygularını sömürmekten her zamanki gibi kaçınmamışlardı.
Türk Elçilik binası müteahhitlik açısından görgüsüz, mimari açıdan kötü işlerin duvarlarla çevrildiği bir yeri andırıyordu halk arasında. Lüzinyanlılardan beri var olan görkemli gotik binaları, taştan, kimi kemerli kimisi cumbalı evleri ve surlarla çevrili eski şehir ile günde 80 bin insanın geçtiği yeni şehrin ortasındaki elçilik binası halktan Yıldız Sarayı kadar koptu. Avlulu, bahçeli, kapısı açık Kıbrıs evlerinin kültüründen uzak, kendi vatanlarında olduklarını savunmalarına rağmen, doğru düzgün asayiş olayı olmayan, naif insanlarla aralarına duvar örmüşlerdi.
Türkiye Elçiliği son 48 yılda burnu havada gezerek antipatik görünmeyi tercih etti. Bunun için de elinden geleni yapmaktan çekinmedi. Her işe karıştı.
Seçimlere her müdahale ettiğinde, uluslararası kamuoyuna rezil olmaktan bile çekinmediler. Çünkü müdahaleler, bir süre sonra onlar için uluslararası camiada itibar meselesiydi. Kaybedemezler, rezil olamazlardı ama, Kıbrıslıları kaybetmeyi yeğlediler.
Bu soyutlanmışlık hali onları ön yargılı, çekingen, samimiyetsiz yaptı.
Kimseler elçiyi doğru düzgün kimselerle vakit geçirirken görmedi, şunun şurasında belirli bir zümre haricinde kimse kendilerini sokakta görse tanımaz. Çocuğunu eşini sokakta görse kimse tanımaz. Halka açık restoranlarda, bulvar kafelerinde, bir Kıbrıslının evinde, yemeğinde, farklı görüşten birinin yanında onları göremezsiniz dahi. Sivil toplumun yanından, bu mütevazılıktan uzak tavır, elçilik çalışanlarını da toplumdan kopardıkça kopardı.
Çoğunluğun içtiği sudan içmediler, çoğunluğun oturduğu sofraya oturmadılar. Diplomasi adına halk arasında, Kıbrıs – Türkiye halkları arasında kurdukları tek bir bağ olmadı. Bağlarını 48 yıldır sadece bayrak, şehit ve milliyetçilik üzerinden yapmayı tercih ettikleri için, kendilerini içeride de dar bir alana hapsettiler.
Gelmiş geçmiş bütün Türkiye Elçileri arasında Emin Dirvana haricinde, başka iyi bir diplomatı olmadı Türkiye’nin. Hatta kendi stratejik çıkarını tespit edecek elçisi bile olmadı. Şapkadan tavşan çıkarmak isteyen elçiler, emme basma tulumba gibi Ankara’ya kafa sallayıp, görev sürelerini doldurup gittiler.
Kültürler arası köprü kurma konusunda fena çuvalladılar.
Kültürel dayatma ve asimilasyon politikası izledikleri için hakların arasını açtılar, diğer yabancı elçilikler halkın bütün kesimleriyle bir araya gelirken Türk Elçiliği Kıbrıslılarla muhatap olmamayı tercih etti, doğru düzgün Kıbrıs’ın kuzeyiyle güneyinin keyfine bile varamadılar. Kıbrıs Cumhuriyetine geçmediler, onlar için yasak bölgeydi. Konu Kıbrıs seyahati olunca Mevlüt Çavuşoğlu iki gün önceden gelip golf oynamayı tercih etti. Mevlüt Çavuşoğlu Rum dostlarıyla golf oynadı ama, diğer Dışişleri çalışanlarına bir adım uzaklıktaki yer hep yasak bölge olarak öyle uzakta, öyle bir bilinmez kara delik gibi kaldı. Türkiye – Kıbrıs ilişkilerine, halklarına en büyük zararı veren yine Elçilik ve Türk Dışişleri oldu.
Çünkü kültür hem tanıma hem de, karşılaşma protokolüdür. Kültürel dayatma bir türden inkâr sistemi yaratır. Kültür ötekiyle karşılaşmaya izin verir. Kültürel dayatmanın izin verdiği şeyse ötekini reddetmektir.
O yüzden protokollerin tanıma ve karşılaşmaya yüzünü dönmüş bir değişim yaratması gerekir. Eğer böyle olmazsa karşılaşma ahlak dışı, etik sınırlar dışında kalır.
Türk Dışişleri ve Türk Elçiliği herkesle kavga eden, dargın, dağ dağa küsmüşte dağın haberi olamış gibi davranan, şaşıran, bir o kadar duygusal, fevri, ve her şeyden öte savaş ekonomisi yaratan bir diplomasiyi tercih etti.
Türkiye sadece 2022’de silahlara 23,4 milyar dolar para harcadı. 1960 yılından bugüne kadar silah harcamaları 6 kat arttı.
Türkiye kendisinin sürekli güvenlik tehditi altında olmasını gerektirecek kavgalar çıkarttığı için halkı coğrafi konum yalanıyla kandırdı. Kötü bir diplomasi yürüttüğü için, başarısızlığının bedelini halka ödetti. Silahlara harcanan paranın hesabı sorulmasın diye düşmanlar yarattı. Öldü. Öldürüldü. Masum insanlara öldürme eğitimleri verdi. Ölenlerin ismini köprülere verdi. Kindarlığı ateşin düştüğü yere, ateş düştüğü an öyle bir körükledi ki, insanlara ölmekten öldürmekten başka bir çare bırakmadı.
Belki ekonomik refah, eğitim, doğa söz konusu olunca listelerin sonunda kaldı ama, silah harcamalarında 15. sırayı kapmayı becerdi.
Türkiye silah alımları konusunda 500’den fazla şirketle çalıştı ama, halktan kimse bu şirketlerin kimlere ait olduğunu sormadı, ihalelerin nasıl yapıldığını merak etmedi, hangi ihtiyaç analiziyle silah aldığını bilemedi.
Televizyon haberleri ve gazeteler silah alımına razı etmek için işbirliği yaptılar.
Kahramanlık manşetleri attılar, övgü yazıları yazdılar, düşman yaratmak için canhıraş bir şekilde çalıştılar.
Manevi duyguları sömürerek, halkın gözünün içine baka baka yaptılar.
Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsünün (SIPRI) küresel askeri harcamalar raporuna göre Türkiye’nin askeri harcamalarının son 12 yılda yüzde 86 arttığını açıkladı.
Maraş’ın bir kısmını dünyaya açarak, tarihinde ilk kez kendi girdiği savaşın, kendi yaptıklarıyla insanlara ne bedeller ödettiğini, neler yaşattığını gösteren bir savaş müzesi açmış oldu.
Soru gayet basitti. Yemeği ocakta bırakarak, hayattaki tek evlerini terk ederek, beş parasız bir bilinmeze korkuyla kaçan insaların evini gezerken bir turist sorar:
– Hangi ordu bu insanları bu şekilde kaçırdı ve yıllarca evlerine dönmemelerine sebep oldu, hayata bir anda sıfırdan başlamak zorunda kaldılar, bunu yapan hangi orduydu.
Cevap Türk ordusuydu.
Maraş tartışmaları arasında turist kimin haklı olduğunu, Maraş’ın gerçek sahibinin kimler olduğunu anlamıştı.