Kahve içtiğim bir kafenin kitaplığında birkaç ciddi kitaba rastlayınca – olumlu anlamda – sarsıldım. “Bozuk saat bile günde iki kere doğruyu gösterir” misali, memlekette tek tük ufak (ama güzel) sürprizlere denk gelmek mümkün.
Genelde kafe raflarında kolay okunan çok satanlar durur. Ama bilhassa şu üç kitap sayesinde bence mevzubahis kafe fark yaratmıştır. Şimdi reklâm olmasın diye isim vermiyorum. Ama siz gittiğiniz kafelerin kitaplıklarına nir göz atarsanız hangi kafeden söz ettiğimi rahatça anlarsınız.
1. Naomi Klein. This Changes Everything: Capitalism vs. The Climate. Hem de İngilizcesi!
2. Aramın iyi olmadığı Samuel Huntington’ın Medeniyetler Çatışması. Günümüz Anglo-Amerikan muktedirlerinin kutsal metinlerinden biri. Dediğim gibi, Huntington’ın fikirlerini eleştirsem bile, en azından bu şahsı eleştirdiğim zeminin altından kaymaması adına okunması gerekli bir kitap. Yani, insan neyi eleştirdiğini bilmeli. Aksi takdirde eleştirdiğini sandığın bir fikrin ya da insanın karikatürünü eleştirmiş olursun.
3. Vivek Chibber’in Post-Kolonyal Teori ve Kapitalizmin Hayaleti. Chibber’e de yazdıklarına pek eyvallahım yok. Çünkü, Chibber ekonomi politiğin belirleyiciliğini abartıp, postkolonyal söyleme içkin dil ve kültürün aşırı belirlenim potansiyelini ucuza satıyor.
Bir de Umberto Eco’nun Gülün Adı romanı vardı. Bu üç kitabın aksine, Gülün Adı “popüler” bir metin olsa da okuması zor bir kitap. Yani, tüm popüler yapıtlara kolayca okunabilecek “ürünler” demek zor.
Hepsi de okura meydan okuyan kitaplar. Yeteri kadar kahve içerseniz, okuyabileceğiniz kitaplar ancak. Yorgun argın, moralsiz hâlde okumaya girişebileceğiniz meşrepten kitaplar değil bunlar.
***
Geçenlerde dolaşırken sokağa atılmış National Geographic dergilerine rastladım. Yirmi otuz kadar, sarı sarı National Geographic dergisi, kaldırım üstünde duruyor. National Geographic sarısı. Eskiden olsa alırdım. Ama benim evde bu dergileri koyacak yer yok. İstiflenmiş dergilerin yanından geçip giderken insanın kalbi burkuluyor.
Bu arada, National Geographic dergisi tüm popülerliğine rağmen, çelişkili şekilde, herkese göre bir dergi değil. Bundan kastım, birçok okurun bu dergiye sinmiş ideolojiye karşı açık ve korunmasız bir pozisyonda olmaları. Daha da beteri; kimi naif okur bu durumdan bihaber. Hoş, pek farkına varacaklar gibi de durmuyorlar. Bunun sebebi, deneyimsiz okurun, dergiye sinmiş batı-merkezci ideolojinin farkına varmasını kolaylaştıracak eleştirel ayık bilinç ve donanımdan yoksun olması. Maalesef, herkes her şeyi okuyamaz.
Osman Akınhay’ın Agora Kitaplığı’ndan çıkmış National Geographic’i Doğru Okumak adlı son derece eleştirel çalışmanın yazarları Catherine A. Lutz ve Jane L. Collins’in şu saptamasından istifade etmek gerek:
“Aylık okur sayısının 40 milyon civarında olduğu tahmin edilen National Geographic dergisini yayınlayan National Geographic Society, hükümet yetkilileri ve büyük şirketlerin çıkar odaklarıyla yakın bağlarını sürekli geliştirmektedir. Ülke içindeki itibarını, önemli Amerikan değerleri ve geleneklerini kollamasına borçludur. Bilhassa dünyanın egzotik bölgeleriyle ilgili harika fotoğraflarıyla iletmeye çalıştığı mesaj, ‘eğitimli, hayırsever, dost Amerikalı’nın Üçüncü Dünya’lıya tepeden bakışıdır. Çekilen yüzlerce fotoğraf, inceden inceye elden geçirilerek, ‘kurum’un bakışını yansıtan görüntüler ve pozlar, bu bakışı destekleyen altyazılarla okura sunulur. Uzun yıllar Sovyetler Birliği’ne ve Çin Halk Cumhuriyeti’ne dergide yer verilmemesi örneğinde olduğu gibi, dolaylı yollarla Amerikan dış politikasına uygun hareket edilir. Sonuç olarak, Michel Foucault’nun açık bir dille vurguladığı gibi, ‘National Geographic’in bakışı, Batılı-olmayan insanların gözetlenmesini sağlayan uluslararası güç ilişkilerinin kılcal damar sisteminin bir parçasıdır.”
***
Arthur Schopenhauer diyor ki: “Toplum; aptal kafaların sığ ve yavan gevezeliklerini, büyük beyinlerin düşüncelerinden daha ikna edici bulur…”