Kuyular çökebilir. Halen daha yüzyıllık kuyulara, tarihi kuyulara dalmaktan korkarım. Derinlere indikçe kararan kuyulardan çıkanları birilerinin kafasına fırlatasım gelir. Emzik, çakmak, çatal, günlükler, kadın iç çamaşırları, neler çıkmıyor ki. Dünya öküzlere kalmış gibiydi.
Annem hayatını kendini tanımaya adamıştı. Acılarını karşılaştırır dururdu. Acıları karşılaştırmak acıları çoğaltırmış derler. Kendini tanıyamadan da öldü gitti ama, dünyadaki herkesten fazla gerçek kendi gibiydi.
Dedem Deniz Temmuz. Yaz ayları gündüz vakti tarlalara bekçilik yaparmış. Bizde hasata gece gidilir.
Güneşin bir alev topu gibi ensesinde, güneş tepesinde yanaklarını kızartır, ensesinde kütlesi büyük bir basınç, ciğeri eriyecek gibi olurmuş ilk başlarda.
Bana güneşin alnında dolapsız soğuk su yapmayı dedem öğretmişti. Önce şişedeki suyla bir örtüyü ıslatacaksın. Dedem atletini ıslatırdı. Sonra onu şişeye sarıp güneşin alnına koyacaksın. Yarım saate buz gibi olurdu.
Bu ıssız toprağın üstünde, gözlerinizin önündeki bu boş mekanda, esen hafif bir rüzgar veya küçücük bir oyuk yahut hepsi bir anlama bürünürdü.
Sıcağı hem aramış, bulunca da bıkardım. O gün bir gölete dalmam için çağırmışlardı. Daha doğrusu dalmam için değil, kılavuzluk yapmak için çağrılmıştım. Dalacak ekip Lefkoşa deniz polisinden iki polisti. Tatlı suya dalmak konusunda benim kadar deneyimli değillerdi. Ben tatlı su kurbağası gibiyimdir. Tatlı su kurnazı olmak yerine tatlı su kurbağası olmayı yeğlerdim de. Bugün bir kadın ceseti çıkaracaktık.
Burada güne ilk önce güneş gelir. Önce daima güneş gelir. Her şey apaçık ortada, doğanın planındaydı. Güneşin bizzat kendisi. Nedense her zaman bir ufkun ötesinde kalır burada, uzağında.
Bugünde yine ufkun kıyısındaydı. On gün sonra ufukta bir iki kilometre daha sağdan batacaktı. İki kadın dalmışlar gölete. Ankara’da doktorluk okuyorlarmış. Köşede bekleyenlere sordum. Etrafta çömelmiş, ayakta, sürekli yürüyerek izleyen, bekleyen en az kırk kişi vardı. Bazıları tanıdıkları değildiler, bir köşe de elleri bellerinde, alınlarında bekliyorlardı. Henüz sessiz ağlayanlar bir köşedeydiler. İki doktor kadın yeğenlermiş.
Saat öğlen sonrasını buçuk geçiyor gibiydi. O gün de üzerimdeki tişörtü çıkarıp şişeyi sarıp alev rüzgarlarının toprağı tozuttuğu kızgın kızıl toprakla göletin kesiştiği yerin arasına bırakmıştım.
Terleyen elbiselerimi severdim. Güneş vurdukça tenimi serinletirdi. Ovanın ortasında antik bir göletini, biyolojik bir gölete dönmüştü.
Dünyanın en nadide, en müstesna, şahsına münhasır göleti gibiydi.
Bir keresinde antik beş mezar için dalmıştım. ‘Şövalye mezarlarıdır?, demiştim.’
Serenli göletler derlermiş. Bu göletin adı çıngıraklı gölet. Yanımızdaki meraklı köylü dedi. Meraklı dediğime bakmayın. Yaşayan kadınlardan biriydi. İki kadın yeğen dalmış, biri boğulmuş, diğeri kurtulmuştu. Sabah ben nereye babası oraya. İşi gücü de yok adamın sanki.
Çatala tutunup kılavuzluk için ilk dalışı yaptım.
Çatal şeklindeki direklerin arasına yerleştirilmiş, denge merkezi çok iyi ayarlanmış kalından inceye giden bir tomruk (seren) bulunuyor. Çatalın gerisinde kalan kalın kısmın uyguladığı ağırlık sayesinde metrelerce derinlikteki su, güç harcanmadan göletten çıkarılabiliyordu.
Güneş gökyüzünü nar renginden çıplak adam orkidesinin moruna kadar boyamıştı. Ufuktaki ağaçlar kararan gölgeler gibi, tepeliklere kadar karalara bürünmeye başlamıştı.
En son daldığımda kenarda çıngıraklı yılanın olduğunu son an da görmüş, kıyıda sekmiştim.
Dibi bıraktığım gibi, yemyeşil yosunların, bembeyaz mermer kolonların sarıldığı bir elmasa benziyordu.
Bu gölette motifler vardı. Böyle serenlerde dipten bir parça çıkması çok muhtemel, müze gibi gölet dediklerim olmuştu.
Dalgıçlarla birlikte kafamızı suyun yüzeyine çıkarınca kimseyle göz göze gelmek istememiştim.
Ağlama sesleri büyümüş, herkes üzerimize doğru yaklaşmaya başlamıştı. Onlar yaklaştıkça kendimi suçlu gibi hissediyordum.
Ama bu ıssız toprak. Yeryüzü. Sanki zamanı gelince toprağın altındaki yerini alan sesin kendisi gibiydi.
Kadını suyun yüzüne çıkarmadan yüzünü örtecek bir parça bez gibi bir şey istedik. Mendil verdiler, olmazdı. Şişeye sarılı tişörtümü istedim. Nasıl olsa su soğumuştur.
Doğanın ezici olduğu kadar, İnsanın da ezilmekten başka çaresinin olmadığı anlar olur. Mahçup, öfkeli ama sesinin çıkamadığı anlar.
Kızın bir ayağı, bir kolu kıvrık, diğer koluyla ayağı dümdüz, kaskatı kesilmişti. Saçları göletin suyunda ölü saçları gibi süzülüyordu. Ölü kadın saçı saçları yıkanmış oyuncak bebek saçına benzerdi göletin suyunda. Burun deliklerinin birinde bir damla kan donmuştu.
Köyde bir insan ancak doğduğu kişi olabilir. Oysa şehirler öyle değildir. Şehirdeki insan içinde olduğu kişidir. Doğduğun insandan olabildiğince uzaksındır şehirde.
Anca köy feryadı başlamıştı. Kadın anca Yirmi üç yaşında ya vardı ya yoktu. Adı Işınsu.
Kavgamız yozlaşmıştır. Bu ölüm herkesi üzdüğü kadar yozlaştıracaktı da. Vakitsiz ölümler, cinayetler, savaşlar insanları yozlaştırırdı. Kavgamız yozlaşmıştır. Kavgamız cinayet yüzünden yozlaşmıştı. Toplum kavgasını kendi yaparsa yapardı. Yapamıyorsa da kul olarak kalırdı.
Neden halen Girne Deniz Polisi yerine Lefkoşa Deniz Polisi olduğunu anlamamıştım. Denizi olan şeherin dalgıcı yok. Denizi olmayan şeherin dalgıçı vardı.