Francis Fukuyama, Sovyetlerin çöküşü ile birlikte tarihin sonu geldi demişti. 1980’lerin sonlarından bugüne kadar gelen sürede, tarihin sonu anlayışı küresel anlamda ekonomi politik üzerinde yıkılması zor bir hegemonya kurmuştu. Sol, Sovyet İmparatorluğunun yıkılmasıyla kendini konumlandıracak bir nokta bulamadığı için ciddi yalpalamalar yaşamıştı. Sol adına bu yalpalamalanın sonuna geldiğini söyleyemeyiz.
Sosyal devlet anlayışının içi boşalırken sol partilerin rolü oldu. Özelleştirmelerin altına farklı ülkelerde, farklı sosyalistler imza attı. Kapitalizm ile sosyal ilkeleri birleştirip, 3. Yol icat edildi. Aynı zamandageleneksel anlamda sosyalizme dair bellek de yok oldu. Bunlar yaşanan yalpalamanın önemli sonuçları.
Sol, yapısal bir sıkışıklık yaşıyor. Neyin nasıl olmadığını anlatıyor ama ne olması gerektiği konusunda sloganda ileriye gidemiyor.
Ekoloji, insan hakları, sosyal adalet konularında Yunanistan’da Syriza, İspanya’da Podemos, İngiltere’de Corbyn liderliğindeki işçi partisinin ortaya koyduğu yeni sol söylemin dönüşüme bir etkisi oldu mu bilinemez ama tümünün yerleşik ekonomik düzene alternatif sunacak güce erişemediğini gözlemliyoruz.
Henüz, Amerika Birleşik Devletleri’nde Barnie Sanders’ın retoriğinin demokratik sosyalistleri ABD’de iktidara getirecek güce sahip olduğunu bilmiyoruz. Ancak küresel dengeler içinde gülen yüzlü kapitalizmden, sevimsiz yüzü gittikçe daha ağır basan bir kapitalizme doğru bir süreç deneyimliyoruz.
Siyasi partiler, liderler, sözler, beklentiler hızla değişiyor. Tarihin sonunun geldiği gibi siyasi partilerin, liderlerin ve despot yöneticilerin sonu geliyor. İklim krizinin maliyeti taşınmayacak hale gelirken, çıkış önerilerine karşı yerleşik küresel düzenin hala daha önemli bir direnci söz konusu.
Aslında, sonu gelen açmazlara karşı çıkış yolu üretilmeyen tek birşey geriye kalıyor: yoksulluk.
Yoksulluğun, sonu gelmemesi ve tam tersine yoksullaşmanın hergün biraz daha gerçek bir olgu olarak karşımıza çıkması beni oldukça şaşırtıyor. Küresel anlamda çok hızlı büyüyen ekonomiler, teknolojik anlamda hızla gelişen üretim süreçleri yaşanıyor. Ancak, bize anlatılan hikayelerin içinde yaşanan tek gerçek herşeye rağmen yoksulluk ve yoksul kalma riskinin sürekli devam ediyor olması.
Bu durum bir risk unsuru olarak okunsa da, aslında kapitalizmin içsel bir sorunu temelinde okunmalı ve bu çerçevede anlaşılmalıdır. Ölçülebilir bir riskin ötesinde, çok daha derin bir problem temsil etmektedir yoksulluk.
Kaynakların kıt olduğu bir durumda, bir tarafta milyon dolarlık sermaye birikimi yapabilenler varsa, diğer tarafta da hayatlarını idame etmek için zorlananların olması kaçınılmaz bir durumdur. Bunun durdurulamaması, kapitalizmin içsel çelişkisidir.
Peki, kapitalizmin bu iç çelişkilerinin sosyolojik yansımalarını nasıl anlamak gerekir ?
Örneğin bu satırların yazıldığı sırada sosyal medyada karşıma çıkan bir eylem videosunda Fransa’da polis ile itfaiyeciler arasındaki bir çatışma gerçekleşiyordu. Devletin polisinin, itfaiyecisine karşı şiddet kullanmaktan kaçınmaması, doğru bildiklerimizi yeniden düşünmeye sevk ediyor.
Hakikat-sonrası (post-truth) çağı doğru bildiklerimizin, doğruluğunu sorgulama konusundaki sorgulama sürecidir de diyebiliriz.
Geçtiğimiz günlerde, Birikim Dergisinde yayınlanan “Hakikat-Sonrası Adında Bir Dönem Var mıdır?” başlıklı makale, bu açıdan belki de bahsettiğim video ile yoksulluk sorunsalı arasındaki bağı kurmaya yönelik önemli noktaları barındırmaktadır.
Yazarın, medeniyetlerin “kırılma” öncesi ve sonrasındaki zamanın niteliğindeki değişikliğe yönelik vurgusu ile birlikte ele aldığı “hakikat-sonrası” dönem aslında bir anlamda önemli bir kopuşu ifade etmektedir.
Baksanıza, batı uyguarlığının ve modernitenin doğduğu Fransa’da, medeniyetin icadı ile medeniyet hakikatının sona ermesi arasındaki ilişkinin kanıtı gibidir yukarıda bahsi geçen video.
Mutlu tüketiciler olarak konumlandırdığımız modern kapitalizm hakikatının sonu gelirken, ekonomik anlamda daralan, ekolojik olarak yıkılan bir gezegende; yeni bir iktidar ilişkisini düşünmek ve konuşmak için geç kaldığımızdan olacak, yumuşak geçiş süreçleri yerine çatışmacı dönemlerin içinde kendimizi buluyoruz.
Devrim rüyasının salt özgürleştirici bir durum olmadığı, hakikat sonrası dönemimizin, bugünleri aratma ihtimali olduğunu da hesaba katarak düşündüğümüzde, belki de modernitenin sancıları, gerçek ötesi bir güne bizleri taşıyor.
Ancak, siyasi elitler geçmiş ile bugün arasında kendini izole ettiği gündelik bürokratik savaşta geleceğe dair bir adım atamıyor. Gündelik siyasetin unsurları olan “radikal” sol partilerden, sendikalara herkes gündelik tüketici rolünden öteye bir misyonu ve anlayışı kurgulayamıyor. Muhafazakar cephe ise kendini en iyi bildiği noktada, yani ırkçılığa bulanmış statüko sevicilikle besliyor.
Romada lejyonlerin ayaklanması, Osmanlıda yeniçeri isyanı gibi itfaiyecilerin ayaklandığı bir avrupada yaşıyoruz. İngiltere muhafazakarlıkla kendini izolasyon sürecini yaşarken, gezegendeki insan varlığına karşı oluşan tehditler insan eliyle çizilen sınırlarla dalga geçiyor.
Biyolojik tehlikeler insan anlayışının çizdiği etnik ve milli sınırları yerle bir ediyor. Milyonlarca insanı karantinaya alarak, egemenlik sınırları içinde verili hakikatlerin sınırlarının dışında, hakikat ötesi zamanları deneyimliyoruz.
Tüm bu hakikat ötesi koşullar, tarihin sonunu piyasa kapitalizminin ötesinde patolojik bir durumun evrilmesine neden oluyor. Moderniteye eklenmiş bir post durum değil tamamen yeni bir doğum sancısını andıran yeni ve farklı öznelerin oluşacağı bir döneme doğru gidiyoruz. Tümünün merkezinde olan unsur ise maddi ve manevi eşitsizlik.
Eril ve beyaz olanın kurduğu eşitsizliklerin yarattığı, cinsiyeti, cinsel yönelimi, ekolojiyi barındıran eşitsizlik. Materyal olarak yoksullaşma, entelektüel olarak yoksullaşma, temsili olarak yoksullaşma, demokrasi anlamında yoksullaşma… Birbirine bağlı ve merkezinde yoksulluk olan bir distopik süreçten geçerken, ütopya dahi kurgulamayacak kadar yoksul bir dönem yaşıyoruz.
Hal böyle olunca, ister istemez, geleneksel yöntemlerin içinde kalan çözümlerin boğuculuğu aklın tükenişini de yanında getiriyor. Çok yönlü yoksulluğu merkeze alacak yeni bir çağ açılacak mı bilemiyorum. Bu durumda ne yapılması gerektiğine dair bir önerim de yok.
Böyle durumlarda aklıma Mao’nun meşhur lafı geliyor. Belki de sırtımızı yaslayıp, distopyayı izlemenin keyfini çıkarmak gerekir. Çünkü Mao’nun kültür devrimi sırasında yaşananlara bakıp da söylediği gibi: “Yeryüzünde büyük bir kaos var; yani herşey mükemmel.”