Sevgili Ertuğrul Kürkçü Türkiye’nin hedef aldığı Akıncı ve Kıbrıs’ı değerlendirdiği yazısında “statükodan doğan sorunlar statükoya iltica ederek çözülemez; statükonun çökmesi her iki ucundan da sınanmasını, bir siyasi – ve/veya sosyal- devrimi gerektirir” diyor.
Ne kadar yalın ve net bir şekilde anlatıyor durumumuzu.
Statükodan doğan sorunumuzu statükoya iltica ederek çözülemez… Tam da bizi, bizim sorunumu anlatıyor Kürkçü.
Kıbrıs’ın kuzey yarısında onlarca yıldır yaşadığımız durum, bizi kıstıran kapan tam da bu.
Zaten böyle olduğunu anlamak için gerilere gidip, tarihsel değerlendirmeler yapmaya da gerek yok.
Son yaşanan ve tarihte ilk kez bu düzeyde yaşanan Kıbrıs ve Türkiye arasındaki gerilimde de bu durum ortaya çıkıyor.
Açmakta fayda var.
Sn. Akıncı’nın az bile söylediği neydi?
Kıbrıslıtürkler ne Kıbrıslırumların azınlığı, ne de Türkiye’nin alt yönetimi olmayı istiyor. Kıbrıs’ın kuzey yarısının Türkiye’ye ilhakı ise korkunç olur, dedi Akıncı.
Bence az ve eksik söyledi. Kıbrıs’ın kuzeyi, adına kktc denen ucube yapı zaten Türkiye’nin alt yönetimi. Bu gerek uluslararası hukuk açısından, gerekse pratik gerçeğimiz açısından ortadadır. Zaten Sn. Akıncı’nın kendisi de bunun böyle olduğunu yıllar önce defaatle söyledi.
Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye’ye ilhakı konusu da aynen böyledir. Durup dururken ortaya çıkmış veya birilerinin durduk yere icat ettiği bir şey değildir.
Öyle olmasaydı yıllar boyunca örneğin “eski” CTP “entegrasyona hayır”, YKP “vilayetleşmeye hayır” diyerek, partiler, sendikalar ve sivil toplum örgütleri seslerini yükseltmezdi.
Kıbrıs’ın kuzeyinin Türkiye’ye ilhakının hep bir seçenek olarak durduğu fakat bunun Türkiye’deki fetihçi rejim AKP döneminde daha fazla dillendirildiği veya bundan daha fazla korkulduğu da ortadadır.
Nasıl korkulmasın ki? Türkiye’de yüzlerce gazeteci, yazar, akademisyen, halkın oylarıyla seçilmiş siyasetçiler hapishanelerde tutsak.
Şiddetin, kadın cinayetlerinin, çocukta yaşta evlendirilenlerin, tarikatların haddi hesabı yok. Hukuk rafa kaldırılmış. 80 milyonluk ülke Erdoğan’ın iki dudağı arasına hapsedilmiş.
Yıllardır Türkiye’nin adadaki varlığından veya ilhak ihtimalden rahatsız olmayanlar da artık tehdidinin kapıda olduğunu hissediyor.
Üstelik bu tehdit artık elini suya sabuna dokundurmayan, statükodan nemalanan kesimleri de korkutuyor. Kıbrıslı elitler de yaşam tarzlarının tehdit altında olduğunu hissediyor, ürküyorlar.
Evet, “82. vilayet Kıbrıs” onlarca yıldır dillendirilen bir fetihçi anlayıştır ve Kıbrıslıtürklerin önünde bulunan büyük bir tehdittir. “82. Musul, 83. Kerkük, 84. Kıbrıs” söylemleriyle 82’den 84’üncüye terfi ettiğimiz fetihçi AKP ve onun milliyetçi koalisyonu tarafından yıllardır önümüze konmaktadır.
Türkiye’de son on yılda yaşanan değişimle hukuk, demokrasi, insan hakları, ifade özgürlüğü gibi kavramların ortadan kalktığı, devletin gerici ve milliyetçi bir bakış açıcıyla gerek muhaliflere, gerek Kürt halkına, gerekse bölge haklarına kan kusturduğu ortadır. Türkiye’nin 1974 ile birlikte Kıbrıs’ın kuzeyinde uygulamaya koydu işgal ve istila politikaları bugün Suriye’nin Afrin ilçesinde aynen uygulanmakta, Afrin vilayetleştirilip Türkiye’nin kurumlarının taşındığı bir fetih toprağına dönüştürülmektedir.
Tüm bunları görmek, duymak ve anlamak istemek kişinin elbette kendisine kalmıştır. Fakat sanki tüm bu veriler yokmuş gibi Sn. Akıncı’nın söylediklerine “nereden çıktı bu ilhak? Böyle bir gündem yok” diyerek tepki göstermenin ne evrensel değerlerle ne de yurtseverlikle uzaktan yakından bir ilgisi yoktur.
Uluslararası dengenin altüst olduğu oldubittiler dünyasında, Rusya’nın Kırım’ı ilhakını, (Afrin daha dün işgal edilip istila edilmişken) Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde de uygulayabileceğini görememek için ya kör, ya da işbirlikçi olmak gerekmektedir.
Elbette Türkiye’nin Kıbrıs’ın kuzeyinde yediği haltları, Kıbrıslıtürk toplumunu yıllardır aşağılamasını, Türkleştirme ile başlayan sürecin İslamlaştırma ile devam etmesini ve son olarak hedefinin ifade özgürlüğünü ortadan kaldırmak olduğunu anlatmaya kalkışsak sayfalar yetmez ama Akıncı ile Türkiye arasında yaşanan son olay ifade özgürlüğünün ne denli tehdit ve tehlike altında olduğunun en bariz ispatıdır.
Sn. Akıncı’nın az bile söylediklerine verilen tepkiler, ülkücü MHP’nin hakaretleri, CHP’nin “74’te durduğumuz noktadayız” diyerek “yine gelir, yine işgal ederiz” manasındaki mesajı, AKP rejiminin ve sözcülerinin Akıncı’yı “hain” ilan etmesi ve dahası TC Dışişleri Bakanı’nın Kıbrıslıtürk toplumu liderini “terörist” ilan etmesi Türkiye’nin Kıbrıs’ı kuzeyini alt yönetimi, vilayeti olarak gördüğünün ve açıkça ifade özgürlüğünü hedef aldığının somut bir ispatıdır.
Ne yazık ki her zaman olduğu gibi tüm bu kabul edilemez durumu normalleştirmeye çalışanlar da vardır. Sn. Akıncı’yı “kavgacı” ilan edip, uzlaşı ve hoşgörü çağrısı yapanlar, Türkiye ile kavga etmeyi bir “felaket” olarak topluma gösterip, bundan kaçmak için takla üstüne takla atanlar her zaman olduğu gibi yine sahnededir. Oysa Türkiye ile “kavga” etmek toplumsal varlığımızı korumanın, Kıbrıs’ın kuzeyindeki gerçek yapının ifşası için kaçınılmazdır.
Biraz geriye gidelim…
KTOEÖS Başkanı Selma Eylem bir yıl önce bir panelde yaptığı konuşmada özetle “gerici, dinci, sorgulamayan, biat eden, farklılıklara tahammülü olmayan, bağımlı, boyun eğen bir toplum modeli yaratılmaya çalışılmaktadır” demişti. Aynı panelde bulunan dönemin başbakanı, CTP Genel Başkanı Tufan Erhürman ise “Selma Eylem’in konuşmasında söylediklerine hiçbir şekilde katılmadığımı, bunları reddettiğimi, tek tek ele almayı da gerekli görmediğimi, konuşmayı bütünüyle reddettiğimi söylemek zorundayım” diyerek tepki göstermişti.
Nitekim Sn. Akıncı’nın ilgili röportajına Türkiye’den yükselen sesler sonrası CTP yapmış olduğu açıklamada “çatışmaya değil uzlaşıya, dünyayla doğru zeminde iyi ilişkilere ihtiyacımız var” diyerek “nereden gelirse gelsin tüm müdahaleleri reddediyoruz” açıklamasıyla her zaman olduğu gibi topu taca atmıştı. Sanki de dünyanın birçok ülkesi Kıbrıs’ın kuzeyine müdahale ediyormuş ve o yüzden adil davranıp sadece Türkiye’den bahsedilmeden “nereden gelirse gelsin” vurgusu yapma ihtiyacı hissedilmişti! Beklenen de zaten buydu. CTP adayını açıkladığı ilk andan itibaren Akıncı’yı “kavgacı” zaten ilan etmişti. Kullandıkları “kavga için değil, çözüm ve barış için” sloganında kavgadan ne kastettiklerini de bu yaşanan tartışmalara aldıkları pozisyon ile anlamış olduk.
Oysa durum tam tersidir. Biat eden, farklılıklara tahammülü olmayan, bağımlı, boyun eğen bir toplum modeli yaratmaya çalışan Türkiye’ye ile kavga etmemiz kaçınılmazdır.
Sn. Akıncı’nın toplum içerisinde “Cumhurbaşkanı”, uluslararası toplumda “Kıbrıslıtürk toplumu lider” sıfatını taşıyan bir birey olarak bizi bekleyen tehlikeyi, Türkiye ile “kavga” etme pahasına tartışmaya açması, hangi gerekçe ve nedenle olursa olsun, değerlidir ve sahip çıkılması gereken bir şeydir.
Neden mi?
Bırakınız işgal ve bölünme koşullarında toplumsal varlığımızı ve değerlerimizi koruma çabasını, Kıbrıs sorununun çözümüne giden yol için de çok önemlidir, hatta hayatidir.
Sabah-akşam Kıbrıslırumlardan “siyasi eşitlik” talep edenlerin, Kıbrıslıtürklerin Türkiye’nin alt yönetimi altında yaşadığı koşullarda, buna karşı ses çıkarmadığı, çıkaranların hedef gösterildiği bir siyasi atmosferde hangi Kıbrıslırumun Kıbrıslıtürklerle yetki paylaşacağını düşünüyorsunuz? Kıbrıslıtürklerin federal devlette Türkiye’nin “Truva atı” olması tehlikesini hangi Kıbrıslırum göze alabilir ki? Üstelik bu Türkiye ile!
Kıbrıs’ta federal bir çözümde samimiysek, Kıbrıslırum toplumu ile bu adada siyaseten eşit yaşamak istiyorsak, Kıbrıs sorununun bir an önce çözülmesini hedefliyorsak önce Ankara ile siyaseten eşit olmalıyız. Lefkoşa’da alınacak her kararda söz hakkımız olmasını istiyorsak, Ankara ile siyaseten eşit olmalıyız.
Var olan ilişki karşı çıktığımız “ana-yavru” ilişkisinden çoktan çıkmış, “köle-sahip” ilişkisine dönüşmüştür. Kıbrıslıtürk toplumu ve onun seçtiği temsilcileri Ankara’nın kölesi, şamar oğlanı değildir, olmamalıdır.
Uzun lafın kısası, Kıbrıs’ta kendi kimliğimiz ve değerlerimizle, federal devletin eşit bir ortağı olarak yaşamak istiyorsak, Kıbrıslıtürk toplumu olarak ayrı bir varlık olduğumuzu, Türkiye’nin alt yönetimi altında yaşamak istemediğimizi, işgal ve asimilasyon koşullarıyla sorunumuz olduğunu, Kıbrıs’ın vilayetleştirilmesine karşı çıktığımızı tüm dünyaya ama öncelikle Kıbrıslırumlara yüksek sesle anlatmalıyız. Bu mücadele için kavga etmek, bedel ödemek gerekiyorsa bundan korkmamalıyız.
Kıbrıs’ta eşit bir toplum olarak var olmanın yolu Türkiye’ye şirin görünmekten değil, Türkiye’nin vesayetine son vermekten geçer.
Değerli Kürkçü’nün dediği gibi “statükodan doğan sorunlar statükoya iltica ederek çözülemez”. Kıbrıs’ta çözüm var olan durumu normalleştirip, işgali ve alt yönetim olduğumuzu reddetmekten geçmez. Kıbrıslırumlar ne kördür, ne de sağır.
“Kıbrıslıtürkler olarak yurdumuzun Türkiye tarafından kolonileştirilmesine karşı çıkıyoruz, güvenliğimiz ve garantimiz barış içerisindeki federal Kıbrıs’tır” diyemediğiniz koşullarda Ankara’ya parmak sallamak yerine, sabah-akşam güneye parmak sallar, çözüm için çok önemli bir şey yaptığınızı zannederek Ankara’ya şirin gözükür, uslu çocuk olursunuz.
Artık bir karar vermek lazım; işgal altında uslu bir çocuk olmak mı istiyoruz, yoksa yurdumuzu vesayetten kurtarıp insanca bir yaşam mı sürmek istiyoruz?