Borsa İstanbul’da yabancı yatırım oranı tarihin en düşük seviyesinde gerçekleşti.
Türkiye’de ekonominin motoru olan gayrimenkul sektöründeki satışlar geçen yılın aynı dönemine göre %31 düşüş gösterdi.
Merkez Bankası döviz rezervi dipte seyrediyor.
Anlamsızca, faize karşı açılan savaş kaybedilmiş, faizler %17 seviyesine ulaştı. Mevcut dalgalanmaya baktığımızda, %18 seviyesine yükseltilme ihtimali de var. Dövizde ise durum malum, kısa dönemli rahatlama uzun döneme yayılmadı.
Dahası, Türkiye Cumhuriyeti’nin tek sorunu faiz değil; insan hakları ve özgürlükler karnesi de eş derecede başa bela. Sınır ötesi operasyonlarda kiralık askerler üzerinden işlenen suçlara dair dosyalar doğru düzgün açılmadı bile.
Mavi Vatan doktrini ile Osmanlı hayallerinin hedeflendiği maliyetli jeostratejik hamleler Türkiye Cumhuriyeti yapayalnız bırakıyor.
Amerikan Senatosu, ve Avrupa Birliği, Türkiyeye yaptırım kararları aldı. Üstelik esas bomba olan Halk Bank davası konusu daha gündeme gelmedi bile.
Diplomatik çaresizlik, artık kendini dünyaya sevdirmek için “Love Erdoğan” emriyle gerçekleşecek yanılgısıyla ilerliyor. Saray’da kurulmuş algı nasılsa, “seveceksiniz” denilince “sevileceğine” inanıyor. Herşeyi zorla yaptırmaktan, “zorla güzellik olmaz” sözü belli ki unutulmuş.
Bir de bu çıplak kötülüğe karşı, Türkiye Cumhuriyeti iktidarını koşulsuz şartsız desteklemek zorunda hissedenlere bakıyorum.
Kıbrısın kuzeyindeki seçkinlerin önemli bir kısmının utangaç tavırlarına, “çekimser” politikalarına, akıl ve bilim değil de holigan gibi sadece alkışlayarak yolunu bulmaya çalışanları bir türlü anlamıyorum.
Türkiye’nin çıkarlarını, kendi ülkesinin çıkarlarından üstün tuttuğunu söyleyenler, Türkiye’nin gittiği ucunda ışık olmayan tünelin en karanlık yollarına sokanlar, alkışlayarak naif figüranı oynuyorlar…
Diğer tarafta ise, bütün bu olanları açıkça gördüğümüz halde, doğru düzgün bir tepki veremiyor olmamızdan da rahatsız oluyorum.
Gazeteciler baskı altına alınırken, televizyonların fişi çekilirken gerçeği konuşacak dilimizin yoksunluğundan ve içselleştirdiğimiz korkularımızdan mı bilemem ama, siyasi irade sahiplerinin sorunlara sorun demekten çekinen hallerine acayip sinir oluyorum.
Türkiye’nin Kıbrıs politikalarına karşı yapılan en küçük eylemin dahi faşist bir zihniyetle ele alınmasından, bu ülkeye ve bölgeye dair başka hayalleri, umutları olan insanların ötekileştirilerek sindirilmeye çalışılmasından rahatsızım.
Tüm bunları akılda tutarak bugünün Kıbrıs’ına bakarsak, Kıbrıslı Türklerin iradesinin Ankara’dan geçtiği varsayımına dayanan siyasi doktrin Denktaşizmin yeniden siyasi alanı kuşattığı sonucunu çıkarabiliriz.
Sol tarihsel olarak Denktaşizm ile mücadele ile var olmuş, esasen birleştirici unsur bu olmuştur.
Bugün, Denktaşizm Erdoğanizm ile birlikte karanlık bir yolculukta yan yana yer almaktadır. Avrasyacı fantazilerinin, genişlemeci zihniyetin ve Osmanlıcı çözümlerin birleşimi olan ve birbirini tamamlayan bu iki doktrinin geldiği biçim, bugünün dünyasında ne Kıbrısı ne de Türkiye’yi geleceğe taşıma şansı olduğunu söylemek mümkün değildir.
Hal böyleyken, Kıbrıs’ta solun tarihsel sorumluluğu ile hareket etme zamanı gelmiştir. Kimin ne kadar solcu olduğuna dair yapılan anlamsız tartışmaları bir kenara bırakıp, Kıbrıs’taki yerleşik muhalif anlayışın Denktaşizmin karşısında yer aldığından hareket ederek kurgulanacak kapsamlı bir mücadeleye ihtiyaç olduğunu söyleyebiliriz.
Bunun için teoride boğulmaya gerek yoktur. Kıyısından köşesinden kendini solda gören herkesin tarihsel bir kırılma için sorumluluk alma vakti gelmiştir.