Geriye dönüp baktığımızda, Türk Lirası ile ilgili kaygıların yoğunlaşması 2018 yılına denk gelir. 2018 yılında yaşanan Türk Lirasındaki değer kaybı ve ardından izlenen veya izlenemeyen ucube politikalar bugün deneyimlenen fiyat istikrarsızlığının temelini oluşturuyor.
Kuzey Kıbrıs’ın malesef Türk lirasında yaşanan şoklardan muaf olma şansı yok. Bu şoklara karşı daha önce alınan önlemler etkisizdi. Covid19 krizinden sonra artık tamamen anlamsız bir hal aldı.
kktc’nin para politikasında bağımlı yapısı, tüketim ilişkilerinde de ise ithalata dayanan özellikleri nedeniyle çok daha kırılgan bir hal aldı.
Bir tarafta küresel sağlık krizinin sebep olduğu daralma ve fiyat artışına, şimdi bir de ithalata bağımlılığın oluşturacağı etki eklenecek. Enflasyon yükselirken, alım gücü, yoksullaşma, güvencesizleşme, işsizlik gibi bir sürü anomali ortaya çıkacak.
Çeşitli sebeplerle ortaya çıkan azınlık hükümetin karar alma konusunda sınırlı kapasitesi olmasından ötürü de, 2018 krizinde bahsedilen, covid19’un başında yine ortaya konulan ve hali hazırda uygulanmayan yapısal reformlar nedeniyle de kriz derineşecek.
Tüm bu sorunların çıkış noktası Türkiye Cumhuriyeti ile yapılan ekonomik protokollerin uygulanamaz niteliği ile birlikte ele alınmalıdır. Çünkü, taraflar anlaşarak oluşturduğu paketler ekonomik olarak istikrar sağlayacak bir anlayıştan yoksun biçimde geliştirilmiştir.
Uzun süreli vizyonu olmayan protokollerin süresinin 3 yıldan 1 yıla indirilmesi, böylelikle büyük kamu projelerinin aslında protokol dahilinde bile öngörülememesi kamu yatırım iklimini yok etmekte, piyasada bir düzelmenin önüne geçmektedir.
Ticaret, üretim, bankacılık ve mikro işletme ortamı iyileştirilmesine yeterli çaba gösterilmemesi, bunun yerine kısa dönemli popülist ve ağırlıkla Kıbrıs Sorunu üzerinden söylem çokluğundan ileriye gitmeyen yaklaşımlar ekonomik bir çıkmazda tıkanmamıza neden olmaktadır.
Bugün, ekonomik örgütlerin dahi yol haritası yoksunu olması, siyasi partilerin ikna edici bir plan ile iktidar olma hayalinin yoksunluğu ve siyasi olarak kendimizi “iki devletli” bir rüyaya hapsetmemizin ceremesini çekiyoruz.
Ancak bir noktayı netleştirelim. Kıbrıs konusunda farklı bir söylem olsa, ekonomi düzelir miydi? Tabi ki bir anda düzelmezdi.
Ancak, Kıbrıs adasındaki toplumlararası ilişkiler daha pragmatist bir biçimde ele alınsa, yeşil hat üzerinden insan ve ticari potansiyelinin etkin kullanılması için gerekli adımlarda ısrarcı bir politika izlenseydi, güney dışişleri kaynaklı şahin politikaların uygulanmasına da olanak sağlanmaz, yeni potansiyeller için alan yaratılabilirdi. Şimdi bu ihtimal ortadan kalktı.
Aynı şekilde, öngörülemez bir yönetim yaklaşımı, bilinmezliklerle dolu uygulamalarımız yaşanan krizi derinleştiriyorken, bunların çözümlenmesi yoluna girilememesi sorunu da bir yüktür. Maliyetli bürokrasimizin rayına oturtulması gerekiyordu. Yıllardır yapılmadı. Yasa yapıcılar ve uygulayıcılar etkin çalışsaydı mevcut kırılganlık daha az olabilirdi. Bunların hiçbiri yapılmadı ve yapılmamış olmasının sorumlusu oluşturduğumuz idare yapılarıdır.
Türkiye Cumhuriyeti ile ilişkilerin “mükemmel” olduğu iddia edilirken, ekonomik protokollerde istenilenin alınamamış olması meselenin “Love Erdoğan” konusunun çok daha ötesinde olduğunu göstermektedir.
Yıllardır dile getirilen “stabil bir para birimine geçme” talebine yönelik bir çalışmanın dahi yapılmaması, buna dair niyetin slogandan ileriye götürülmemiş olması da aslında sorumlulukların yerine getirilemediğini göstermektedir.
Mikro ve küçük işletmelerin çaresiz bir bekleyiş içinde olması, hükümet edenlerin bu konuda bir çözüm ortaya koymaması, adanın kuzeyindeki ekonominin can çekişirken, 1571 fidan dikilmesi adayı memleketi olarak belirleyenlere umut değil öfke pompalamaktadır.
Hal böyleyken, yeni bir seçim tartışması alevlenmekte ama seçilenlerin ellerindeki araçların etkisizliği ortaya çıkınca bununla samimi olarak yüzleşmemeleri de, malesef yaşadığımız kısır döngünün derinleşmesinden başka bir işe yaramıyor.
İnsanların alım gücü bir günde %15 oranında azalıyorsa, ülkede şahıs ve firmaların ödenmeyen borç stoğu artıyor ve bu borçların büyük bölümü yabancı para birimindeyse burada tehlike çanları çalmaktadır.
Duymuyor, Görmüyor musunuz bir türlü anlamıyorum. Belki de Titanic gibi son dakikaya kadar kemanların çalmasını, müziğin devam etmesini ve batarken “ne güzel battık” demeyi seçmiş olabilirsiniz.
Ancak, aynı denizde farklı gemilerdeyiz. Aynı fırtınaya tutunduk ve daha küçük gemilerde, botlarda olanları kurtaracak bir yaklaşıma ihtiyacımız var.
Çözüm, milliyetçi rüyalar içinden geçseydi 30 senedir yapılan yardımlarla, etkin çalışan bir ekonomik düzenimiz olur, şoklara karşı direnç mekanizmalarımız olurdu. Malesef, milliyetçi rüyalarla oluşturduğumuz popülist politikalar buna umut vermiyor.
Öyleyse, yapıcı bir yaklaşıma ihtiyacımız var. Bu yapıcı yaklaşım, kırmızı çizgilerle değil ancak daha açık bir diyalog, yapıcı bir çözüm süreci, ada geneli sürdürebilir ekonomik kalkınmaya olanak sağlayan birbirini destekleyen adımlarla birleştirilmelidir. Yapısal reform yapıp, uzun dönemli bir kalkınma vizyonuyla hareket edebilecek sürekliliği ve sürdürebilirliği olan bir politik vizyon içinde bu gerçekleşebilir. Reaksiyonel çözümler değil, bir yol haritası içinde yaşanılan darboğazdan çıkabiliriz. Bu ancak adanın nihai statüsüne dair belirlenmiş kararlar ekseninde mümkündür.
Bu gerçeğin farkına vararak hareket edersek kurtuluruz, şımarık çocuğu oynarsak batarız. Bu kadar basit.