Fotoğraf : Gazedda Kolektif / AI Art
Bugünü belirli bir gerçeklikle, tek tanımla saptayabilecek bir insanlık durumu yaratarak anlatmak zorlaşıyor. Karşıtlık ve olumsuzluk arasında kalıyoruz. Yaşamın çekilmez akışı içinden kurtulunamaz bir insanlık yazgısı olduğunu düşünmüyor Bilge Karasu’nun Gecesi.
Sizler için Bilge Karasu’dan bugünümüze eş düşecek, içimizdeki hislere dönüşen kelimelerini Gece romanının içinden derledik. İçinizden geçen bütün acı ve dertlerin yarınlarınıza sevinç yaratması dileğiyle…
Günün birinde ortalıktan yitiveren insanları, üç dört gün süreyle, sabahları, büyük alanda aramaya alıştı yalanları. Üç dört sabah, gidip bulamazlarsa, ya başka yerde başkalarınca bulunmasını bekliyorlar ya da dönmesini… Gerçi umutsuz bir bekleyiş oluyor bu. Ama arada bir, inanılmaz şeyler de oluyor; olmasa, umut diye bir şey kalır mıydı zaten?
Bilinmeyeni söyletme uzmanlarının gözleri nasıldır ki? Gündüzün baktığınızda gece kuşlarında gördüğünüz ürkütücü bakışlardaki boşluk da, yırtıcı kuşların bakışlarındaki diklik de bulunsa gerek bu gözlerde…
(Ne tuhaf! Gündüzün bakıldığını düşünerek gece kuşlarından söz etmek… Gece kuşlarının gözünü karanlıkta kim görmüştür
Geceyi ne kadar tiksinç bulduğunuzu, gördüğünüzü anlatmak için yırtındıktan sonra, ışığın sizi ne kadar tedirgin ettiğini anladığınız gün, gölgeyi giderek, karanlığı nasıl da sığınılacak bir kucak, kuytu, sıcak bir koyun diye gördüğünüzün kafanıza dank ettiği gün, bu duruma düşebilirsiniz. Geceye dönmek, (Sevinç!), olan bitenlerin gitgide anlamsızlaşan anlamsızlığı, birilerinin elinde (neye yaradığı belli olmayan) bir oyuncak haline geldiğini bilmek, kimin elinde olduğunu kestirememek… Ya çıldırıyorum ya da, gerçekten, benimle uğraşıyorlar; kıyasıya uğraşıyorlar; çıldırıp bir şeyler yapmam için uğraşıyorlar.
O zaman da, bana niye bunca önem verdiklerini sormak gerekmez mi? Bu soruya kandırıcı bir yanıt bulmak gerekmez mi? Bu yanıtı bulmadıkça, aramadıkça bu yoldan giderek, “bulmağa yanaşmadıkça, bulmaktan kaçındıkça” denemez mi? ağzı hanidir görünmez olmuş dipsiz kuyuda düşmekte olmanın mutluluğu aranmaz mı? Yoksa kendi kendimizi aldatır da bunun bile farkına varmaz mı olduk?
Kaçmanın, kovalamanın, sevmenin, sevişmenin, yasamanın, ölmenin ya da, başkalarının kaçmasıyla kovalamasının, yaşamasıyla ölmesinin kabak tadı verdiği olur. Herhangi bir şey yapmanın, bir şey yapmağı reddetmenin, inandırıcı, kandırıcı, güç verici bir gerekçesi her zaman bulunabilir, bir açıklaması yapılabilir. Ya da bulunabileceği, yapılabileceği sanılır; uzun süre… Sonra bir gün bu gerekçelerin temeli, temellerinin temeli sarsılır, çöker. Ölmenin bile bir anlamı kalmaz. Ağzı hanidir görünmez olmuş bir dipsiz kuyuda düşmekte, düşüp durmakta olmanın, buna oranla mutluluk sayılabileceği bir durum.
Buyruklarıyla bizi var edenlerin kusurlarını, yanlışlarını, çirkinliklerini böyle bir şey düşünülemez, düşünülmemeli ya, karsımızdakilere bizi suçladıkları ölçüde bağımlı olmadığımızı göstermek için bir an böyle şeylerin varlığını kabul ediverelim çirkinliklerini bile örnek edinmeliyiz kendimize. Çünkü onların yaptığı, nasıl olsa, ulaşmak istediğimiz yere varabilmek için yapılması gereken şeyler… Onlar ne yaparsa biz de yapabilmeli, hiç değilse, yapmağa uğraşmalıyız. Onların, ereğimiz dışında kalacak herhangi bir şeyle uğraşmağa vakitleri yoktur. Ayrıca, vakitleri olsa bile, gönül indirip o bos isleri yapacak değillerdir. Gönül indirmek gönül yüceliğinin belirtisi gerçi; insan yüceliği ölçüsünde gönül indirmeği bilir. Ama büyüklüğün en şaşmaz ölçüsü, gönül indirmenin sınırım kesinlikle çizebilmesi, o kıl kadar ince yapılır-yapılmaz ayrımını herkesten çok, herkesten iyi, herkesten başka türlü bilmesi değil midir?
İnsanlar, büyüklüğü de, büyüklüğün dokunulmazlığını da unutmuş durumdalar. Bir şaşkın cüceler dünyasında yasadığımızı benden önce söyleyenler çok… Bizden önce… Eşitlik türünden saçmalar, bizi bu hale getirdi. Kuşkuya, iskile dayanan eşitlik mi olurmuş? Bir gün kurulabilecek tek eşitlik, olsa olsa ödevde, eşitlikte, büyüklüğümüzün düşünde eşitliktir. Bize buyurana duyduğumuz sevgide eşitliktir. Babamın kusurları, tutarsızlıkları çoktu. Ama büyüklere duyduğu saygıyı unutamam. Bugün büyüklere saygı mı kaldı?
Doğrusunu söylemek gerekirse, kendi düşüncelerimi değiştirmek durumunda kalabileceğimi düşünüyorum da, karsımda olanların bir gün benim düşüncelerime yaklaşabileceklerini hiç umamıyorum. Geçmiş, diyorum, ya belli bir kesitinde değişmez birtakım öğelerden kurulu, donmuş bir durumdur; olsa olsa ona yeni bir yorum getirilebilir; açıklamak üzere onu, değişik birtakım bakışlarla inceleyebiliriz. Ya da geçmişin içinden rasgele seçilmiş birtakım öğelerin, ama özellikle beğendiğimiz ya da beğenmediğimiz öğelerin yan yana getirilmesiyle kurduğumuz, gerçeklikten uzak bir yapıntıdır.
Bu yapıntıyı gerçek belleyerek bugünkü düşüncemizi o yapıyı gerçekleştirmek yolunda kullanmak, düşünülmeyecek, yanlış bir is değil… İste, bunu anlatamıyoruz. Anlamak istemiyorlar, daha doğrusu. Tutturdukları, kendi yapıntılarını gerçekleştirmek gerektiği… Onlarınki belli değil; karışık, karma… Henüz görülmemiş şeyler var yapıntılarının öğeleri arasında; daha doğrusu, tarihlerin yazdığını bilmediğim şeyler.
Tarihler neleri yazmış, neleri yazmamıştır, bunun üzerinde duracak değilim elbet. Burada hele. Ama ellerindeki kanıtlar o kadar az inandırıcı ki bu karsımızdakilerin… Bizim düşüncelerimizin üstünlüğü, tek üstünlüğü, burada. Kesin bir üstünlük bu, hem de. Biz, bir yapıtı da olsa, ileri sürdüğümüz düşüncenin her öğesinin, geçmişte söyle söyle davranılarak gerçekleştirilebilmiş isler olduğunu söylüyor, kanıtlayabiliyoruz. Geçmişe bakıp, tarihin belli, değişmez kıldığı sınırlar içerisinde kalan islere bakıp, su söyle olsaydı, bu öyle olmasaydı, diye başlayan birtakım çılgınca düşlere kapılmağa en hazır olanlar da bizleriz ya…
Yüzyıllardır, tırnağın, yumruğun, kemiğin, kasın (ya da uzantılarının) gücünü unutmadığımız, her fırsatta kullandığımız, örtük deyimlerle yücelttiğimiz, ara ara da açıkça övdüğümüz halde, inanılmaz bir ikiyüzlülükle bu gücü sanki asılmalı, bastırılmak, öldürülmeliymiş gibi göstermiş; usu, anlığı, kullanılacak tek yol, erişilecek en yüksek kat diye belletmişizdir. Şimdi olan bitense, tırnağımızın, yumruğumuz, kemiğimiz, kasımızın, bu duruma başkaldırması; başka bir şey değil. Onların öcünü alıyoruz şimdi; alabilecek kadar açık sözlü olabildiğimiz, bu ikiyüzlülüğü ikiyüzlülerin suratına çarpabildiğimiz için.
Tırnağın, kemiğin, demirin, yılgının gücü yeniden saygı görecektir. Bu gücün egemen kılındığı yerde, kısa sürede her şey yerine oturur. Herkes sınırını bilir, yapabileceğini bilir. Bir noktada toplanan güce herkes uymasını öğrenir.
Yazılarla sanıyoruz ki sözcüklere eşi görülmemiş bir düzen kurduracak, ölüme karsı insanın utkusunu tazeleyeceğiz. Oysa, uçsuz bucaksız iki karanlığın arasına sıkışmış bir yasamda, bu karanlıkların varlığını öğrenip üzerinde düşünesiye geçirdiğimiz süre içinde yanıltılarımız, yanılgılarımız, bizi garip bir güven duygusuna götürüyor; ya da, öyle görünüyor. Eline geçen düğümlü ipleri çözmeğe meraklı kişinin, çoğu zaman, bu düğümleri çözmenin sağladığı rahatlığın küçüklüğünü, aldatıcılığını görmediğini, görmeği usundan geçirmediğini sanıyorum; yazı yoluyla dünyanın karışıklığına, insanın karmaşıklığına düzen getirme sanısı, daha ötesini niye söylemeyeyim, sabukluğu, çoğumuza, belki de hepimize, bir utku gibi geliyor; bizleri avutuyor; bir sonraki yazımızla bu utkuyu sürdüreceğimize, büyüteceğimize güveniyoruz. Ne zaman vazgeçeceğiz, kendimizi, birbirimizi böyle aldatmaktan?
Ben, bunları yazmakla, vazgeçmiş oluyor muyum?
Sevinç söyler şimdi ne düşündüğümü. Karışık (ya da, karmaşık) olmayan bir çağ yaşanmış mıdır hiç? “Sanmıyorum” diyesim geliyor ya, bilemiyorum. Ama en karışık, en karanlık, en umutsuz çağlarda bile biri, birileri hep çıkmış, eksik, güdük, ekli, çarpık, yanlış deyişlerle de olsa, iletilmeğe değer gördüğü sözleri, isleri iletmeğe çalışmıştır. Bu iletimin önemini (bir çocuğa, bir yetişkine okumasını yazmasını olsun öğretmeğe çalışan kişinin bu çabasının önemini) nedense, gereğince kavramıyoruz. Okullar, kitaplar, yazı, söz, uygulayımın en yeni (bugünkü, şimdiki) başarısı karsısında önemini biraz daha yitiren şeyler diye görünecek neredeyse gözümüze… Yazı yazmak, kitap yazmak, bu iletimin bir parçası. Bunu unutuyoruz da, kusursuz yapıtlarla, yontulu biçili gözümüzün, kafamızın, düşünce yapımızın birtakım yanılgılar taşıyabileceğini, bizi yanlış birtakım sonuçlara vardıra-bileceğini kuramsal olarak kabul ederiz de, nedense, bu yanılgıları, yanlış sonuçları göremediğimiz gibi, bize bunları gösterenlerin sözlerine kanmamağı da büyük akıllılık sayarız.
Temel doğrular dediğimiz şeylerin bile, burnumuzun dibinde duran, bize benzemeyen bir insan için gerek temel gerek doğru olmayabileceğini anlamayız. Ancak değişik düşünce yapılarının yol açtığı yanılgılara bakıp varabiliyoruz bu kuramsal düşüncelere.
Zengin, zenginliğini göstermez, kullanır. (Acemi zengin gösteriş merakına kapılsa da, tez ustalaşır zenginlikte.) Biz, zenginliği bilmeyenler, zenginlerin gösteriş meraklısı olduğunu düşünürüz.
Güzeller, güzelliklerini dimdik baslarıyla taşır, güzelliklerine herkesin bakmasından tedirgin olmazken, biz güzel olmayanlar, güzelliğin böylesine, utanmadan, sıkılmadan sergilenmesinden tedirgin olur, o güzelin şımarıklığından söz ederiz.
Dilediğimiz, kimsenin sivrilmemesi, kimsenin karışıklık yaratmamasıdır. Unuturuz ki, bu karışıklık kaygısı da ancak bizim yeşermez gönüllerimizde pusuya yatmıştır. Her güzellik, her zenginlik, renkli bir tas olmaktan öteye geçmeksizin, öbürleriyle bir araya gelerek bir örüntü oluşturmalı benim dünyamda; hepimiz birden konuşmalıyız. Öyle ki dünyayı elimde tutabildiğime, dünyayı elimden, parmaklarımın arasından kaçırmadığıma inanabileyim, kanabileyim. Kaçarsa her şey biter çünkü. Her satırım bir başka ağızdan, bir başka kalemden çıkmış gibi oldukça ben dünyanın tümü olacağım, her şey olacağım…
Defterlerimi içinde tuttuğum zarftan çıkan birtakım kâğıtlar var. Onları da buraya alıyorum, sırayla, herhangi bir düzen tasarlamadan. Ne zaman yazılmıştı bunlar? Kim yazmıştı? Ben mi yazdım?